Seksenler dizisini izledim. Babamın anlattıklarını düşündüm, seksenli yıllara gitti aklım . Hatırladığım kadarı ile doksanlı yılları düşündüm...sonra da bu günü , içinde bulunduğumuz, bir ucundan bir ucuna yetişemediğimiz ve her biri ışık hızı ile geçip giden bu günleri düşündüm...
80'lerde pek çok ailenin arabası, telefonu, televizyonu yoktu. Arabası olanlar 60'la 70'le gidecek sağlam yolu zor bulurdu ama herkes her yere rahat rahat yetişirdi. İnsanlar işlerini güçlerini keyifle halleder, dinç bir şekilde eve döner, ailecek çay bahçelerine ya da sinemaya giderlerdi. Günlerinden arta kalan vakitlerinde akraba, dost, komşu ziyaretleri yapar, bir birlerine misafir olurlardı...
İnsanlar kılık kıyafetlerine de dikkat ederlerdi, ütülü pantolonlar kolalı gömlekler vardı. Yollar çamurdu ama ayakkabılar pırıl pırıldı. En başta kendine saygılı insanlığı ile gurur duyan insanlar, karşısındakinin de insanlığına hürmet ederken, aynı saygıyı ve sevgiyi toplumdan görmenin mutluluğunu ve huzurunu iliklerine kadar hissederlerdi.
Birbirine selam veren insanların yüzlerindeki gülümseme, gözlerindeki ışıltı samimi idi. Kıskançlık, çok kazanma arzusu , yalan dolan, terbiyesizlik, saygısızlık o günlerde de vardı fakat övünç meselesi değildi, yüz kızartıcı şeylerdi..
Talebelerine sevgi ile ders veren öğretmenlerin vicdanlarından yüzlerine açılan pencerenin nurlu ışığını simalarından okurdunuz. Talebe öğretmenine sokakta rastlayacak olsa saygıdan iki büklüm olurdu.
Bir kaç noktasına değinerek anlattığım o yıllar, bu yılların temeli değil. O kadar kaliteli ve soylu insanların bu kadar piçleşmiş nesilleri olamaz...
Şimdi arabalarımız 120-220 yapıyor ve biz, hiç bir yere zamanında yetişemiyoruz. Sürekli birbirimizi geçme çabasındayız. Birbirimize saygı göstermek şöyle dursun tahammülümüz yok.
Çok çalışıyoruz ama çoktan da çok bir çok bu.
Dinç bir şekilde evine dönen neredeyse yok .Hafta sonralarında ailesiyle dışarı çıkıp çay bahçesi, sinema yada tiyatroya gidenler olmadığı gibi hafta içi çoluk çocuk, ailecek dışarı çıkıp dolaşan aile tanımıyorum.
Toplumsallığın bireyselliğe dönüştüğü çağımızda, yaya olarak ailecek dolaşacağımız kaldırımlar, geniş sokaklar şehir planlamalarında kendine yer bulamıyor. Arabayla gezmeye çıksak, manzarasına dalıp dinleneceğimiz yerimiz yok.
Düğünden düğüne, cenazeden cenazeye, bayramdan bayrama gördüğümüz yakınlarımızı neredeyse unutma noktasına geldik. Gençlerimiz haklı olarak birinci derece akrabalarını dahi tanımıyor.
Kılık kıyafetler gündelik, olağan, intizamsız, kot vurdumduymazlığında ve t-shört sıradanlığında..
Oturduğumuz apartmandan çalıştığımız iş yerine, etrafımızdakilere selam vermiyor, selam almıyor hatta onları tanımıyoruz ...
Mutfakta çorbayı pişiren ateş neyse, toplumda da öğretmen o dur. Öğretmenlerin pişirmediği bireyler ham ve çiğ kalır...İstisnası mutlaka ve mutlaka olmakla birlikte, öğretmenlerimizin çoğu gün bitse de eve gitsek havasında, memurlaşmış ateş oluşunu yani idealistliğini kaybetmiş birer kül artık...
O yıllarda talebe vardı, yani bilgiyi ve eğitimi talep eden çocuklar ve gençler. Şimdi öğrenciler var, Öğrenci kelimesinin manası ne bilmiyorum..
Sevgiyi romanlarda, Aşkı Leyla ile Mecnunda bıraktık.
Kimseye göstermediğimiz saygıyı rüyamızda dahi görmüyoruz..
Sürekli kazanma arzusu var, kaybetmek insanca değilmiş gibi kaybetmeye tahammülümüz yok.
Vefa artık sadece semt ismi..
Didem Madak'ın bir şiirinde dediği gibi ;Kalbimizin Tekke ve Zaviyeleri kapatılmış ..
Hayallerimizde ; daha büyük ev, daha yeni araba , beş yıldızlı otellerde tatil , yurt dışı gezisi, amirimizin pozisyonuna yükselmek, müdürümüzün yerine geçmek var.
Sevdiğimizle dağ başı yalnızlığında sırt üstü uzanıp yıldızları seyretmek, onun için uğraşıp bir mendil işlemek, şiir yazmak, yada uzun bir mektupla ona onu anlatmak yok...
Özlem gibi, hasret gibi, güven gibi, bağlılık gibi duygularımız, kullanılmaya kullanılmaya dumura uğradı, köreldi. Kalbimiz artık gönül değil, kan pompalayan bir cihaz.
Çok çalıştık evet, çok da okuduk !
İnsanca duyguların yeşerdiği, imanlı bir toplum yok artık. Orman kanunlarının içten içe hüküm sürdüğü, kapitalist ve bireysel insanlar sürüsüne dönüştük. Toplum ve Millet olma özelliğimizi kaybettik.
Feda ettiğimiz hasletlerimizin ve bunca mücadelemizin karşılığında ne kazandık ?
Borçtan, baş ağrısından, adını sanını bilmediğimiz onlarca dert ve hastalıktan, düşmanlıktan, korku ve endişeden başka ne kazandık...
Ne tip bir toplum mühendisliğinin çarkından geçiyoruz ?
Niçin gözümüzü açıp, ne oluyor bize demiyoruz ?
Bireysellik toplumsallıktan, aç gözlülük tok gözlülükten, hükmetmek hürmet etmekten daha mı değerli ?
Bütün bunlar Normal mi ?
Mustafa ÇİMEN
26/11/2013
KAYSERİ, TALAS