Talas'tan İstanbul'a
1982 Yazı, Kayseri
Toz toprak içindeki sokaklarda soluk soluğa koşar gibi yürüyen Mehmet,
terli alnını gömleğinin koluna siliverdi, ter gözlerine kadar akmıştı, gözleri
yanmıştı.
Bir
zamanlar buralarda arkadaşları ile hiç yorulmadan koştuğunu, sabahtan akşama
kadar acıktıkları hatırlarına gelmeden oynadıklarını hatırladı, şu aşağıdaki
boşlukta sabahtan akşama kadar yukarı mahallenin çocukları ile maç yaparlardı,
topu getiren kaptan olur takımı o dizerdi.
Dik
bayırdaki bahçeler, bağlar çocukların ellerinden ne çekerdi. Kaysılar çiçekten
meyveye döner dönmez çağla iken koparıp koparıp yerlerdi.
Gözlerini yanarak, soluk soluğa yürüdüğü sokakta anıları da zihninden koşarak gün yüzüne çıkmıştı. Talas’ta en eski sokaklarından biri olan Bağ Yolu'nun başına varmıştı. Duvarların kuzeyleri yosun tutmuştu. Taş duvarlar ve sokaklar hariç Mehmet’i tanıyan hiç kimse kalmamıştı buralarda. Sanki duvarların yontma taşları Mehmet’e hoş geldin diyordu. Eski sokaklar zamanın izlerini taşıyor, herkesi eski bir tanıdık gibi karşılıyordu.
Mehmet'in aradığı yer ise 21. taşın yanındaki, gizemli bir sırrı saklayan iki taşın arasındaki kovuktu.
Mehmet’in kalbi heyecandan mı çarpıyordu, sıkıştığından ne yapacağını bilemeyen bir kuş gibi mi çırpınıyordu bilemedi? İçinde cayır cayır yanan kalbi miydi, yoksa tüm benliği miydi? anlayamadı. Bu sokağa, bağ yoluna, her sene ama her sene geldiğinde uğrayacaktı.
Uğrayamamıştı. Kayseri’ye bile gelememişti. Ailesi İstanbul'a taşınmak zorunda kalmıştı, İstanbul’da planlanan hiçbir şey istedikleri gibi gitmemişti. Mehmet'in kalbi her zaman bu sokaktan nefes alacağı o günü hasretle beklerdi.
Zerrin, Mehmet'in komşusunun kızıydı iki aile birbirini sevmezdi. Öyle olsa bile ikisi de ilk bakışta birbirlerine âşık olmuştu. Birlikte sokaklarda koşmuş, oyunlar oynamış gözden ırak yerlere varıp hayaller kurmuşlardı.
Ayrılık vakti geldiğinde, Mehmet ve Zerrin bağ yoluna giden bu taş duvarlı sokağı haberleşme noktaları olarak seçmişlerdi. Her sene bu bağ yolunun sokağına gelip, kimsenin sırrını kimseye vermemiş bu duvarlara güvenip, baştan 21 inci taşın yanında buldukları kovuğa birbirlerine yazdıkları mektupları bırakacaklarına söz vermişlerdi.
Mehmet, titreyen elleriyle iki
büyük kaya gibi duran taşın arasındaki o ince uzun taşı yerinden çıkardı, elini ince
bir kama gibi yapıp arasına soktu, parmaklarının uçları ile baktı. Yüreği göğsünden
fırlayacakmış gibi atıyordu.
Mektubun orada olup olmadığını bilemiyordu.
Tam umudunu kaybetmek üzereyken parmaklarının ucunda bir kâğıt hissetti.
Mektubu heyecanla açtı ve okumaya başladı:
Sevgili M.
Sözleştiğimiz gibi ben buradayım. Seninkini henüz bulamadım. Her sene buraya gelip birbirimize mektuplar bırakacağımıza söz vermiştik, unutma. Biliyorum, aramızda kilometreler var ve belki birbirimizi artık hiç görmeyeceğiz. Olsun, ben gene de sana yazmaya devam edeceğim. Bu mektuplar sayesinde birbirimizden haberimiz olur.
Seni çok özlüyorum. Her gün seni düşünüyorum,
İstanbul nasıl bir yer? Orada işleriniz nasıl. İstanbul’u görünce belki bir
daha Talas’a dönmek istemezsin. Belki bir gün biz de İstanbul’a taşınırız. Gerçek
olamayacak kadar güzel bir hayal.
Senin yazdıklarını okumayı sabırsızlıkla bekliyorum. Bana nerede olduğunu, ne yaptığını ve nasıl olduğunu yaz. Sen yazsan da yazmasan da ben umudumu kaybetmeden mektubunu bekleyeceğim.
Sevgilerimle, Z.
Zerrin mektubu yazmak için bir hafta uğraşmıştı
hem gizli gizli yazmak zorundaydı hem taşların arasındaki kovuğa bırakacağı
için küçük bir kâğıda yazmak zorundaydı, mektup kısa olmalıydı. Zerrin mektubunu
bırakacak ve bu senenin içinde Mehmet’in mektubunu da kendisi alacaktı. Çok heyecanlıydı.
Eskilerin hikayelerinden dinlemişti. Aşıklar birbirlerine mektup yazdıklarında,
uçlarını yakarlarmış, Zeynep kendi
mektubunun ucunu yaksa mı, yakmasa mı çok düşündü. Kendi kendine ''Bu mektubun
ucunu yakmayayım, Mehmet mektubunun ucunu yakarsa bende bir dahakinde yakarım'' dedi. Sabah evden çıkıp okula gitmeden önce arkasını kontrol ede
ede sözleştikleri yere geldi, bir gören olurda mektubumu alır diye hem endişelendi hem heyecanlandı,
hafif hafif esen rüzgarın salladığı yaprakların arasında dans eden serçelerden
başka kimsenin olmadığından emin olunca mektubunu anlaştıkları yere bir çırpıda
yerleştirip, çıkardığı taşı yerine kapatıp oradan hemencecik
uzaklaşıverdi.
Zerrin, mektubu oraya bıraktığında, sanki Mehmet
anında mektubunu almış ta okumuş gibi
hissetti, omuzlarındaki ağır yük kalkmıştı.
Mehmet'in gözünden yaşlar süzüldü, yanakları ıslandı, nefesi tıkandı. Zerrin de onu özlemişti, hala seviyordu.
Mektubu
Zerrin’in ellerini koklar gibi kokladı, saçlarına dokunur gibi Zerrin’in
harflerine dokundu.
Mektubu
katlamadan önce bir kez daha okudu, bir kez daha okudu, bir kez daha okudu, kaç
kez okudu bilemedi, sanki biraz sonra biri gelip o mektubu elinden alacakmış gibi kıskanarak, her harfini
her hecesini her kelimesini kalbine kazıyarak tekrar tekrar okudu. Mektubu
katlayıp cebine yerleştirirken, elini kovuğun biraz alt yanına uzattı. Oradan
ikinci mektubu almak istedi. Evet, ikinci mektup da parmaklarının ucuna
değiyordu.
Zerrin
ikinci mektubu yazdığında ortaokul ikinci sınıfa gidiyordu.
Ah Mehmet dedi kendi kendine Ah Mehmet…Kayseri'nin güneşi ağaçların
yapraklarını sarartmaya, duvar kenarlarından çıkan dikenleri kurutmaya başlamıştı, içini ısıtan güneş mi, Zerrin’in mektubu mu bilemedi, ikinci mektubun sevinci bağ yolundan sanki tüm dünyaya yayıyor içindeki umudu an be an daha da büyütüyordu.
İkinci Mektup:
Sevgili M,
Söz verdiğimiz gibi, bu mektubu da buraya bırakıyorum. Taş duvarlar şahit seni çok seviyorum, senin mektubunu bulamadım. Ya bana mektup yazamadın ya da Kayseri’ye gelemedin. Olsun buraya her yıl geleceğimize ve birbirimize mektuplar yazarak sevgimizi canlı tutacağımıza söz vermiştik. Ben öyle hatırlıyorum, ama sen hiçbir şey hatırlamıyor gibisin. Biliyorum, aramızda kilometreler var ve birbirimizi görmemiz imkânsız. Bu mektuplar sayesinde birbirimizi yakın hissedeceğimize inanıyorum.
Seni elimde olmadan çok özlüyorum, M. Her gün kendimi yenemeyerek seni düşünüyorum ve bazı gecelerde rüyamda seni görüyorum. Gözlerinin önünde olduğumu ve ellerini tuttuğumu hayal ediyorum.
Uyanınca, gerçek olamayacak kadar güzel bir hayal bunlar, rüya değil diyorum kendi kendime…
Senin
mektubunu sabırsızlıkla bekliyorum.
Bana nerede olduğunu,
ne yaptığını ve nasıl olduğunu yaz.
Seni çok seviyorum ve her zaman seveceğim.
Sevgilerimle, Z.
Zerrin Mehmet’e yazdığı mektuplarda isimleri tam yazmıyor, olurda bir başkasının eline geçerse diye korkuyordu. Mehmet yerine M. Zerrin yerine Z. Koyuyordu.
Üçüncü
Mektup..
Sevgili M,
Tam üç sene oldu. Üç koca sene…Mektubumu aynı kovuğa bırakıyorum. Geçen senelerde
yazdığım mektupları almadın mı? Yoksa bana yazacak bir şeyin mi yok? Belki yazmak istemiyorsun, her şeyi unuttun, beni unuttun, bu bağ yolunu unuttun, bu taş duvarları unuttun verdiğimiz sözü bile unuttun. Eğer böyleyse Sadece bir kâğıt parçasına Unuttum yaz yeter. Ne olur Unuttum yaz ve içimde yanan bu alev sönsün.
Seni çok özlüyorum, M. Belki bir tek ben özlüyorum…
Bu sene de mektubunu almazsam, buraya gelmeyi bırakacağım. Artık umudumu kaybetmek istemiyorum. Ortaokul bitiyor. Annem beni sağlık meslek okuluna kaydettirmek istiyor. Bizim aşağı sağlık ocağındaki hemşireler gibi hemşire olacağım. Çok heyecanlıyım.
Sevgilerimle, Z.
Dördüncü mektup:
M,
Yeterince ağladım.
Geceleri ağladım, gündüzleri ağladım. Herkes gülerken ben hiç gülmedim, ağladım.
Gözlerimin yaşı biter sandım, bitsin diye ağladım.
Bana bunu da öğrettin,
İnsan ağlasa ağlasa gözlerinden gece gündüz yaş akıtsa insanın göz yaşı bitmezmiş.
Özlem bir taraftan sızım sızım sızlatıyor içimi, merak diğer taraftan yakıyor kalbimi. Sana 4 senedir bir tek mektup bile yazmadığın için çok kızıyorum. Neredesin, ne yapıyorsun?
4 sene geçti insan bir fırsatını bulup gelmez mi? Z. Öldü mü, kaldı mı demez
mi? Ailecek gelemiyorsa bir otobüse binip kendi gelmez mi? Biliyorum uzaklardasın,
gelemiyorsun, onu da anlamak istiyorum, anlayamıyorum. Seni sorabileceğim hiç kimse yok. Bulsam da bundan sonra sormayacağım.
Artık sana mektup yazmayacağım. Buraya da gelmeyeceğim.Seni unutmaya çalışacağım.
Hoşça kal, M.
Yedinci
Mektup:
Mehmet,
Babam o kazada öldükten sonra buralarda çok zorlandık, küçük kardeşim
çalışmasa, dayılarım bize yardım etmese geçinemeyecek duruma geldik. Az kalsın
hemşire okulunu bırakacaktım, bende çalışacaktım. Amcam babamla küsmüştü, okulu
bırakacağımı duyunca geldi engel oldu. ''Zerrin sen parayı hiç kaygı etme, kardeşimin yadigarısın, gerekirse her şeyimi satar seni yine okuturum'' dedi. Okulumu bitirmem için elinden geleni yaptı. Bu sene tayinim olacak M.
Senden hiç mektup alamayınca mektup yazmayı bıraktım iki senedir biç bir şey yazmadım.
Yok yok yalan, yazdım ama buraya bırakmadım, neredeyse öteki yazdığım
mektupları bile geri alacaktım. Bundan sonraki mektupları bulamazsan
üzülme. Annem evlenmemi istiyor, hepsini çeşit çeşit bahanelerle reddettim. Sen
orada o koca İstanbul’da Z.'imi hatırlayacaksın? Hatırlama…Burada ben yavaş yavaş
öleyim de gör sen.
Aklım
bana M. buraları, bir birinize verdiğiniz sözü unuttu diyor. Yedi yıl geçti
aradan, koca yedi sene, ne geldin, ne mektup yazdın, nede benim
yazdıklarımı aldın. Ancak kalbim diyor ki M. hiçbir şeyi unutmadı, o hala seni
çok seviyor, gelecek sabırlı ol …
Aklımla
kalbimin arasında kalsam da gönlüme inanıyorum, beni unutmadığına inanıyorum.
Mehmet
‘in dizlerinin dermanı kesilmiş oraya yığılmıştı. Elindeki bu
son mektupla titriyordu içi. Gözlerinden akan yaşlar yüzünden damlayıp toprağa düşmüştü.
Başka mektup yoktu. İyice baktı, yanındaki duvar kovuklarına da baktı, başka bir
mektup bulur muyum diye, bulamadı.
On üç sene geçmişti, on üç mektup yerine sadece 5 mektup vardı. 7
inci senede yazdığı Beşinci mektuptan sonra Zerrin mektup yazmamıştı.
Oysa
neler olmuştu neler. Mehmetler İstanbul’a ilk vardıkları sene Beyoğlu tarafında
Halici gören bir yerden ev tutmuşlardı. İstanbul’u görünce Mehmet şaşırmış
kalmıştı. Koskoca iki kıta, koskoca iki
deniz buradaydı. Talas’tan çıkıp Kayseri’ye giderken şehre gidiyoruz derlerdi. ‘’Şehir
Kayseri değil burasıymış dedi içinden. İstanbul şehir, Ankara bu şehrin ilçesi.
Kayseri de ancak İstanbul’un köyüymüş’’ .
Havası
Kayseri’nin o sert havasına bakarak yumuşak, Camileri bir milletin tarihinin
yaşayan şahitleri, Ayasofya Fatih’in ve Türk milletinin onur madalyası gibiydi.
Mehmetler’in
iki üç sene çalışıp zorla açtıkları dükkanları soyulmuş sermaye sıfıra inmişti.
Kayseri’ye dönememişti, halbuki hayali İstanbul’da çok para kazanmak, her yıl
Kayseri’ye ziyarete ve gezmeye gelmekti. Ziyaret dediği Zerrini görmekti. Babası ve kardeşleri ile hep
birlikte, yeniden başladılar gece gündüz demeden tekrar çok iyi
çalıştılar, yeni bir mağaza açtılar. Ayakkabı işinde ustaydılar, kendi
ürettikleri ayakkabıların yanında başka markaları da alıp mağazalarında
satıyorlardı. Bu sefer de ortalığı haraca kesen mafya mağazalarına dadanmış para istemişti. Mehmet’in babası bunlara para vermeyi kabul etmeyince
kavga çıkmıştı. Üç adam birden babasının üstüne yürüyüp vurmaya başlayınca Mehmet’te
kavgaya katılmıştı. Komşu iş yerlerinden esnaf toplanınca Mafyanın adamları tehditler
savurarak kaçmışlardı. Ertesi gün iş yerlerinin camları tuzla buz edilmişti. Ertesi gün polis
gelip birkaç tutanak düzenleyip ayrılmıştı.
Aynı
gece Mehmet’in babası tüm aileyi toplayıp dedi ki ‘’Önümüzde iki seçenek var. Birincisi
burada kalıp mücadele etmek, kimseye hakkımızı yerdirmeden ayakta durmak, bizden
güçlüler diye onlara boyun eğecek olursak hem paramızdan oluruz hem de şerefimizden’’
Tüm
aile fertleri sus pus olmuş, çıtlarını çıkarmadan babalarını dinliyorlardı.
‘’Kendinizden
zayıf birinden kendi isteğinizle hakkınızı almayıp bırakırsanız bu şereftir,
ancak kendinizden daha güçlü birinde hakkınızı bırakırsanız bu korkaklıktır’’ Haraç vermedik, almadık. Rüşvetmiş vermedik,
almadık. Hile yapmadık, yaptırmadık. Bunu ne babamızda ne dedemizde gördük.
Sizlere
de bunu göstermeyeceğim, sizde çocuklarınıza bunu göstermeyin’’
‘’Allah’ın
yasak ettiği işe yanaşmayın, devletin yasak ettiği işe yapmayın, yapanlar çok
kazanıyormuş derler, işin o anına değil, akıbetine bakın. ‘’ dedikten sonra hatırında kalan bir hatırasını çocuklarına şöyle aktardı.
‘’Evlatlarım,
babam rahmetli o yıllarda odun, kömür alır satardı, bir gün köyden odun gelmiş, git oğlum sen
tart dedi. Çuvalları kantara koyduk, bir bir hepsini tarttık. Her torbanın
kilosunu yazdım, topladım. Odunları getiren adamla birlikte babamın odasına
vardık, kâğıdı uzattım. Babam bir kâğıda baktı, bir bana baktı. Gel buraya
dedi. Yanına vardım, bana okkalı bir tokat attı. Bunlar nasıl kilo lan çorapsız
dedi. Babam kızınca ağzından kötü söz çıkmasın diye kızdığı kişiye çorapsız
derdi. Ne oldu ki demeye kalmadan, kiloları yazmışsın ama gramları yok’’ dedi.
Kollu
kantarda kilo yeri yanında gram yeri olurdu, odunun gramı mı olurmuş diye
gramlarını tartmamıştım, kantarın başına varıp bu sefer on çuvalın onunu da kilosunun
yanında gramı ile tarttım, toplamda iki kilo fark etmişti. O günden sonra her
şeyi gramına kadar tarttım, kimsenin bir kuruşunu kesemde bırakmadım. Sizlerde
böyle olun. Korkmayın, eğri tartan kendini eğriltir, eksik yapan kendinden
eksiltir. Karanlıkta dağın başında mum
yakan olsa köyden gözükür, sizin işleriniz de böyle dürüstlük üzerine olursa
hem Allah katında hem kul katında tüm yurdumuzdan karanlıkta yanan mum gibi
gözükür’’ dedi.
Sonra
ekledi ‘’ İkincisi her şeyi satıp yeniden Kayseri’ye dönmek’’
Kayseri’ye
geri dönmek bu noktada korkaklığın dik alası olacağından kimse geri dönme
fikrine sıcak bakmadı.
Ertesi
hafta sabah evden besmeleyle çıktılar, babası imalathaneye giderken Mehmet mağazayı
açmaya gitmişti. Mafyanın adamları dükkândan içeri girer girmez Mehmet çekmeceden
babasının tabancasını alıp, hiç düşünmeden giren üç adama da sıktı. Birisi ağır,
diğeri hafif ikisi yaralanmış üçüncüsü kaçmıştı. Sonucu karakol, sonucu mahkeme, sonucu ceza
evi olmuştu.
Mafyanın
avukatları mahkemede müvekkillerinin ayakkabı aldığını, dikişleri bozuk olan
ayakkabıyı geçen hafta iade etmeye çalışırken Mehmet ve babası tarafından darp
edildiklerini, bu hafta tekrar konuşmak için Mağazaya geldiklerinde de silahlı
saldırıya uğradıklarını iddia etti. Mafya Mehmetlerin komşu dükkanlarını tehdit
etmiş hatta bir tanesi de avukatın iddiasını destekler şekilde şahitlik
yapmıştı. Oysa olayın mahkemede salonunun soğukluğunda, hakime anlatılanlarla
hiç alakası yoktu.
Mehmet
içerideyken bolca okudu, kafese tıkılmış kuş gibi günlerin geçmesini iple çekti.
Babası ve kardeşleri çalışmaya devam ediyor, her fırsatta görüşüne
geliyorlardı. İşleri de gayet güzel büyüyordu. Artık maddi yönden zorlukları
kalmamıştı, imalathaneleri fabrikaya dönüşmüş, yanlarında onlarca usta ve işçi çalışır
olmuştu. Ürettikleri ayakkabıları Türkiye’nin dört bir yanında nam salmıştı. Hem
kalitesi hem işçiliği üst seviyedeydi. Sağlamlık konusunda tartışılmaz olduğu
kadar tasarımları da modern ve şıktı.
Mehmet’in
mahpusluk günleri bittiğinde babası aileyi yeniden topladı. Çok otoriter
biriydi, Mehmet ve iki kardeşi babalarının sözünün üstüne bugüne kadar hiç söz
söylememişlerdi. ‘’ Ben yarın ölür giderim sizde mal kavgasına düşersiniz, parçalanır
yılların emeğini berhava edersiniz, bu olmayacak, şirketten herkese hisse
vereceğim. Mehmet abinizin, ikinizden de fazla emeği var, hem bizim işimizi
korumak için mahpus yattı, siz olsanız sizde aynısını yapardınız biliyorum ama
hisseler yüzde 33 er olmayacak Mehmet’te yüzde 36, sizde yüzde 32 şer hissesi kalacak.
İlerde başka iş yapmak isteyen olursa hissesini birbirine satsın’’ demişti...
Kardeşleri buna hiç itiraz etmemişlerdi. O gün orada sizlerin hiç hissesi
olmayacak yahut yüzde 1 er hissesi olacak dese ona da ses etmezlerdi.
Mehmet
’’Baba benim Kayseri’ye gitmem lazım ‘’ dediğinde babası ‘’ Hayırdır oğlum, niye
gideceksin ‘’ bile demedi, peki git oğlum dedi. Mehmet İstanbul’dan nasıl çıktı
Kayseri’ye nasıl geldi hiç bilemedi.
Şimdi
burada bu sokakta aklında Zerrin'le yığılmış kalmıştı. En sonunda
derin bir soluk alıp Talas’ın o eşsiz havasıyla ciğerlerini doldurdu, toparlandı, ne
yapacağını nasıl yapacağını düşündü.
Kendine gelmiş adımlarla Talas’ın içine eski mahallelerine doğru
yürüdü. Zerrin’i bulacak, uzaktan görecek, eğer evlendiyse hiç sesini çıkarmadan
dönecekti. Talas’a, Kayseri’ye ne kadar çok bina yapılmıştı. Eski
mahallelerinde tanıdık kimse kalmamış herkes buralardan taşınmıştı. Mahallenin
yerlisi olarak ağaçlar ve eski evlerden başka kimse kalmamıştı. 13
Sene geçmişti aradan, küçükler büyümüş, akranları dağılmış, bazı yerler
yıkılmış, yenileri yapılmıştı. Zerrin’in amcası ve babası yeni sanayide araba
ustasıydı, o zamanlar dükkanları olduğunu biliyordu. Babası rahmetli olmuştu
ama Zerrin mektubunda amcasından bahsetmişti.
Mehmet
Zerrin’in amcasını arayacak bulacak, ondan Zerrin’in babasını soracak sonra bir
vesile ile Zerrin’i de soracaktı. Yeni Sanayi’ye gitti. Kaportacılar birbirlerini nasıl olsa tanırdı.
Mehmet
sanayinin girişinde bir kaportacıya uğrayarak ‘’Selam ün Aleyküm’’ dedikten sonra ‘’Ben
bir usta arıyorum. Talaslı Mahmut usta, o da sizin gibi kaportacı, dükkanı
nerede bilirimsiniz?’’ dedi. O sırada çekiçle önündeki arabanın sol çamurluğunu
düzelten usta ‘’Yok bilemedim ama sokağın başında parçacı var, onlar Talaslı,
Talaslı Macit. Macit abiye sor o belki bilir’’ dedi.
Mehmet
Talas’tan çıkıp Yeni sanayiye gelirken yolda bir sokağa sapmış, arabası ile direğin
yanına yanaşmış, kapıyı direğe doğu açarak hafifçe içeri çökertmişti.
Arabanın
kapısında düzeltilecek hasar vardı. Parçacıya vardı. ‘’ Macit usta kolay gelsin’’
dedi. ‘’Bana kaportacı Mahmut usta lazım. Bizim Talaslı Mahmut usta’’. Macit biraz
düşündü, ha şu bizim Uzunların Mahmut, şuradan şöyle git, ilerde küçük bir
dönerci var onun sokağına gir, solda, sokağın sonunda’’ dedi.
Mehmet
heyecanla çıktı, tarif üzerine o sokağa girdi, sokağın sonunda üç dört
kaportacı dükkanı yan yanaydı, dükkanların önünde duran birisi vardı ona doğru
yanaştı ‘’Selam ün Aleyküm, Mahut ustanın dükkanı burasımı ‘’ dedi, adam ‘’ Yok
iki yan taraftaki dükkan’’ diye cevap verdi. Sanayi oldukça kalabalıktı, üstü
başı yağ içinde çıraklar birbirleri ile şakalaşıyordu.
Mehmet,
Mahmut ustayı sonunda bulmuştu. Usta dedi ‘’ Aceleyle arabadan inerken
direği fark edememişim, kapı çöktü ve çizildi, yapabilirimsin '' dedi. Mahmut usta hasarı inceledi ‘’ Yaparım,
Allahtan yavaş vurmuşsun, göçük olmuş, düzeltirim, bura boya da istemez, rötuşla
hallolur şu kadar borcun olur, ancak elimdeki arabanın işi bitisin öyle
başlarız’’ dedi. Mehmet beklemeye başladı.
İçerden
çırak çay kapıp getirdi. Öteki arabanın işinin bitmesini beklerken Mehmet
çayını içti. Zaman hiçte geçmiyordu. Kalfa tamiri tamamlanan arabayı dışarı
çekip Mehmet’in arabasını içeri yanaştırdı. Mahmut usta işe başlayınca Mehmet arabanın
yanına doğru soğuk kanlı şekilde, heyecanını ve asıl maksadını belli etmemeye
çalışarak yaklaştı ‘’Usta sende Talaslıydın, değil mi’’ dedi.
Mahmur
usta ‘’ Evet, sende mi Talaslısın? ‘’ dedi. ‘’ Bende Talaslıyım, Çolaklardan Salih’in oğluyum’’ dedi.
Mahmut
Usta ‘’ Ha sen Salih’in oğlumunsun, İstanbul'lu oldunuz artık’’ dedi. ‘’Deden Rahmetliyi tüm Kayseri tanırdı. Hacı Muzaffer emmi’’ Babam
anlatmıştı. Birinci dünya savaşını kaybedince Suhudlar Haccı Türklere 1948 e
kadar yasaklamışlar. Deden Rahmetli yasak masak dinlememiş, Gıranatli Salih ve Tomarzalı Ali ağa ile birlikte hacca gitmişler. Bir iki sene sürmüş hacca gidip gelmeleri.
Deden rahmetlinin hacdan geldiğini duyunca Kayseri çalkalanmış herkes hoş
geldine varmış yanına. O zaman hacca gitmenin zorluğunu sen hesap et’’ deyip sözlerine
devam etti Mahmut usta.
‘’Sen
nasılsın, İstanbul nasıl, işleriniz baya iyiymiş duyduğumuza göre. Sizlerden
epeydir gelip giden yok, sen hayırdır, iş için mi geldin Kayseri’ye’’ diye
sordu Mahmut usta.
Mehmet
‘’ Memleketi ziyarete geldim, bizim eski mahalleyi de gezdim senin kardeşin Latif usta
ile komşuyduk, seni oradan hatırladım, buraya ondan geldim, o nasıl,
taşındılar mı?’’ dedi.
Mahmut
Usta’nın içi acıdı ‘’ Hiç sorma Latif’i trafik kazasında kaybedeli seneler oldu
‘’ dedi.
Mehmet
‘’ Allah rahmet etsin, çok üzüldüm, başınız sağ olsun, peki ailesi, oğlu Murat,
kızı Zerrin, onlar da mahalleden benim arkadaşlarımdı, onlar ne oldu,
neredeler’’ dedi. Zerrin derken sesi titremişti.
Mahmut
usta ‘’Zerrin hemşire oldu, tayini Ankara’ya çıktı. Murat’ı ve Annesini alıp
Ankara’ya yerleşti’’ dedi. ‘’ Zerrin evlendi mi? ‘’ diye soracaktı Mehmet, sözler boğazına düğümlendi, soramadı, sormazdı, çok ayıp karşılanacak bir soru
olurdu. Olsun Ankara’da olduğunu öğrenmişti.
Mahmut
kapının ezik yerini ısıtmış o sıra vakumla çektirmeye başlamıştı. Mehmet ‘’ Mahmut
usta, ben İstanbul’a giderken Ankara üstü gidiyorum, keşke Murat’ı, Zerrin’i de
görebilsem. Sende Adresleri var mı?’’ diye sordu.
Mahmut
usta ‘’ Adresleri yok, ama Keçiören’deler, Osmangazi’de dedi. Murat’ın
lokantası var, Lezzetçi lokantası. Zerrin’de Yüksek ihtisasta çalışıyor ‘’.
Çayları bitti, arabanın kapısı halloldu. Mehmet ücreti ödedi ve sanayiden vedalaşarak hemen
çıktı. Sabahtan beri bir lokma yememişti ama bir an önce Yüksek ihtisasa
varmalıydı. Hiç durmadan Ankara’ya ulaştı. Gece saat 23 sularıydı. Çoğu yer
kapalıydı ama Yüksek ihtisas açık olurdu. Hastaneye vardı. Danışmadan Zerrin
hemşireyi sordu, Zerrin hemşire yarın gelir dediler. Bir otel buldu, sabahı zor
etti.
Sabah
saat 7 de hastanenin önündeydi. Her gelene Zerrin’ mi diye bakıyordu. İşte orda, dolmuştan inen, kaldırımda zarif şekilde yürüyerek gelen Zerrin’di. Zerrinin parmaklarına baktı uzaktan evlenmiş miydi? Yakınlaştığı sırada da iyice baktı yüzük
gözükmüyordu, içi rahatladı. Zerrin uzaktan birini Mehmet’e benzetmişti,
içinden ‘’Hayal de görmeye başladın, afferim kızım, ye kafayı, bir o kaldı
kafayı da sıyır kurtul artık ‘’dedi.
Karşıdaki
adam gözünü Zerrin’e dikmiş hiç ayırmadan bakıyordu, ne güzel olmuştu Zerrin.
Ölecek gibi oldu. Zerrin başını öne eğmişti, onun da kalbi yerinden çıkacak
gibi çarpıyordu.
Yanından
geçerken, Mehmet ‘’ Zerrin’’ dedi. ‘’ Zerrin, benim Mehmet, geldim bak sonunda,
Mektuplarım cebimde geldim, O taş kovuğuna bırakamadığım tüm mektuplar cebimde,
15 mektubun 15 i de yanımda, senin mektupların da yanımda Zerrin’’ dedi. Zerrin
de başını kaldırmadan önce Mehmet’in parmaklarına baktı. Yüzük görse direk
boğazını sıkacaktı. Yavaşça başını kaldırdı, Mehmet’in gözlerine baktı. Mehmet’e
bin yılda gelmesen, seni gene bekleyecektim, ama nerede kaldın ‘’ dedi.
Birbirlerine
sarıldıklarında iki denizin İstanbul'da boğazda kavuşması gibi gözlerinden boşalan yaşlarla ikisi birden hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Mustafa
Çimen 2024 Şubat 10