18 Ocak 2025 Cumartesi

Vakit akşam oldu Gece Başlıyor

 2008'li Yıllarda Kayseri Şeker Fabrikasının Veteriner Hekimliğini yaptığım yıllarda orada çalışan Avşar İsmail emmim vardı. O zaman zaman duygulandığında uzaklara dalar Aşık ziyadan şiirler okurdu, o şiirlerden en çok bu şiiri okurdu. O kadar güzel içli bir ruhla okurdu ki. 

Ondan duyup sevmiştim bu şiiri,  Aşık Ziya'nın Şeker fabrikasından emekli biriydi ve şiirlerini içeren bir cd yapmıştı. İSmail emmi bana  şiir cd'sini hediye etmişti. Youtubede ki kanalım da o yıllarda yüklemiştim.

Şimdi de yazılı olarak kalsın istedim, işte o şiir

EMMİLER

Vakit akşam oldu gece başlıyor

Yüreğime bir firkat çöker emmiler

Gurbet beni döne döne taşlıyor

Şu gönüme hasreti eker emmiler

 

Gözümde tüterdi dereler bağlar

Bahar gelse çiçek döşese dağlar

Gaya pınarının suları çağlar

Başına guşları çeker emmiler


Gaç yıl oldu ayrı düştüm sıladan

Anadan babadan gardaştan dosttan

Salını salını ensem torostan

Benir gören tanırmı ola emmiler

 

Armutlu gayada guzgun uçar mı

Daş ağalda sürülerin yatar mı

Kel tepenin ucundan gün batar mı

Şimdi gün nerden batar emmiler


Öksüz çamın önündeki kör pınar

Sularında inci mercanlar yanar

Keklikler suyun içmeye konar

Mor kekliğin sesi nerde emmiler


Akşam baş odaya bağdaş kurulur

Ocağa bir kazan yemek vurulur

Bir misafır gelse köye duyrulur

Şimdi ne gelen var nede giden emmiler


Ürüyamda ebemi gördüm

Garışık guruşuk halde

Samanlığın duvarı yıkılmış 

Bir hal mı var acaba köyde

Sen gene bu rüyamı hayra yorda

Guşun ganadıynan bir haber salın emmiler


Baba dede yurdu virane olmuş

Tallamız ayrık otu calbayınan dolmuş

Bahın hele gonaklarım nice olmuş

Baykuşlara mesken malım emmiler

 

Kazım emmim derme ganıyı gurun

Irgatı toplayın tarlaya vurun

Türbeliler derviş dayımı sorun

Galmadı dutacak dalım emmiler


Gül yüzlüm ellere gelin oldu mu

Ayrılırken sararıp ta soldu mu

Bir kez olsun dönüp beni sordu mu

Ben ona hakkımı halel ettim emmiler


Eline bayramcalık gınası yaksın

Beline ganevçeli yağlığı taksın

Evine yurduna çok iyi baksın

Vardığı yerde geçim etsin emmiler


Şahancaydım amma yetmedi gücüm

Gözlerim görmez oldu ağardı saçım

Gardaşlarım uzakta gelemez bacım

Marak etmesinler beni emmiler


Bir avşar düğününde çeksem mendili

Davulunan yere vursam gendimi

Dutun ha babam şu haleyden ne duruyonuz el gibi

Derim amma düğün yokki emmiler


O düğüne varsam da şabe çaldırsam

Döne döne kirmen gibi halay kaldırsam

Kömbeyinen üstüne dürüm sardırsam

Çıksam kekik kokan yaylalara emmiler


Ezinede köşker dağı ezine

O dağlarda sultan gelin gezine

Anam duyar ise vurur dizine

Ayrılık belimi büktü emmiler


Ne yamanmış gurbet elin hasreti

Anam anam garip anam

Benden gınalıca gelin isterdi

Mürüvetimi bile görmedi yokmuş gısmeti

Anamın mezeri nerde gayıpmı oldu emmiler


Aşık ziyam daha neyi söyleyim

Ben azını diim siz çoğunu anlayın

Bir çift yavrum var goynunuzda saklayın

Teberiğime iyi bakın emmiler


Hepinizi çok görestim, hatirinizi sual ederim

Emmiler emmiler canım emmiler

27 Ağustos 2024 Salı

Benli Zala

 BENLİ ZALA'NIN HİKAYESİ

**Benli Zala'nın Hikayesi**

 

Bu hikaye,( 1914 Seferberliği öncesinde,) 1920'den önce yaşanmış gerçek bir olaydır. Hikayeyi anlatan kişi, Zopulu Fındık olarak bilinen, Tapan'ın Koğukçınar köyünden Sarı Mustafa'nın annesi olan yaşlı bir kadındır. Bu kadın, çok yaşlı ölmüş. Youtube’de Fraktin kanalına  Benli Zala yazarsanız bu hikayeyi dinleme şansı da bulabilirsiniz. Orada anlatan burada benim yazdıklarımdan daha güzel ve duygulu anlatıyor, dinlerken gözlerim doldu ve bende yazma gereği hissettim. Yazılı aramalarda da çıkması lazım. Dinmeyen bir acı ki hala Tapan’da kızlara Zala ismi konuyor.

 

Benli Zala, üç kız kardeşten biriymiş. Diğer kız kardeşlerinin isimleri Esme ve Hüsne'ymiş. Zala, kız kardeşleri arasında en güzeli imiş. Gözünün önünde bir "beni" varmış, yanağının üstünde. Bu yüzden ona Benli Zala derlermiş.

 

Benli Zala o kadar güzelmiş ki, Tapan'ın yedi muhtarlığının gençleri Benli Zala'ya müşteri olmuş, onu almak için birbirleriyle yarışmışlar. Ancak Zala, "Ben bu köyden birini alırsam, millet hep birbirini kırar, benim için birbirlerine düşman olurlar." demiş ve uzak bir yerden, Kozan'ın Karaveliler köyünden birine nişanlanmış.

 

Tapan'ın gençleri, Zala'nın nişanlandığını öğrenince, onun nişanlısını öldürmüşler. Zala, kız kardeşleri ve annesi ile birlikte nişanlısının yas yerine gitmişler. Geri dönerken pusu kurmuşlar ancak  Zala'yı kaçıramamışlar.

 

Benli Zala  Tapan’ın Kirez yaylasında yaşıyormuş. Tapanlılar bir yıl Hovdu'yu  diğer yıl Kirez yaylasını ekerlermiş. İlerleyen günlerden bir gün "Malınız bölündü." Diye haber gelmiş Zalanın evine, Zala da mal Hovdu’ya inmasin ekinleri yayılmasın diye malı toplamaya gitmiş. Zalayı yakalayanlar yada yakalayan Zala’yı tutumuş ve sürüye sürüye Hovdu'ya indirilmiş. Hovdu'ya indirmelerinin amacı, ekin salağı olduğu için oraya kimsenin gelmeyeceğini bilmeleriymiş. Maksat   Zala'yı orada öldürmekmiş.

 

Zala, Hovdu'da zor ölümle öldürülmüş ve Ağa’nın oluğu denen oluğun altında  ardıç ağacına asılmış. 15-20 gün sonra, bir adam eşek aramaya giderken, Ağanın oluğunun alt tarafında bir ardıç ağacına asılı olan Zala'nın çürümüş ve kokmuş cesedini bulmuş. Bulan adamın eşeği kaybolmuş, eşek milletin ekinini yayılır diye adam Eşek aramak için Hovduya gitmiş. Adam Zala’yı görünce eşek aramayı bırakıp koşarak  köye gelmiş ve Zala'nın asılı halde bulunduğunu söylemiş. Köyden emmi dayı toplanmış, Ağanın oluğuna varmışlar ama Zala'yı indirememişler. Çok çürümüş ve kokuyormuş.

 

O zamanlar Matar Osman adında bir adam varmış. O da Zala'ya müşteri olmuş, ancak onu alamamış. Matar Osman, "Ben Zala'yı kurda kuşa yem etmem. Ben de zamanında ona müşteri oldum ama alamadım, Zala'yı indirip ben gömeceğim." demiş. Zala'yı indirmiş, dıştan kefenlemiş ve Hovdu mezarlığına gömmüş. Bir hafta sonra Matar Osman da ölmüş ve Zala'nın yanına gömülmüş.

 

O zamanlar Cerahların Garı derler bir Garı varmış o genç ve delikanlı bir kızmış. O kadın, Benli Zala'nın ağıdını yakmış. Zopulu Fındık ise Cerrahların Garı’nın  görümcesiymiş.

 

Tapan'da o zamandan sonra, nerede bir kız çocuğu olsa adını Zala koymuşlar.

 

**Benli Zala'nın Ağıdı**

 

EVLERİNİN ÖNÜ KUYU

KUYUDAN ALIRLAR SUYU

BENLİ ZALAYI ASMIŞLAR

UYU ZALA BACIM UYU

ANANINAN BACIN GELDİ

UYU ZALA BACIM UYU

ASMACA KOVUYA GARŞI

İÇİNDE DE DEMLİ ÇARŞI

BENLİ ZALAYI ASMIŞLAR

DOSTA DÜŞMANA KARAŞI

HALİL AĞA BİLAL AĞA

BAYKUŞ KONMUŞ HARAP BAĞA

BENLİ ZALAYI ASMIŞLAR

VİRAN OLSUN HOVDU DAĞA

HOVDU DELLER YÜKSEK YAYLA

BEN DAHA GÖRMEDİM BÖYLE

BENLİ ZALAYI ASANLARI

GARA ARDIÇ GEL SEN SÖYLE

ZABAHINAN ORA VARDIM

GONAĞIN ELİME ALDIM

ÇOK AĞLAMA GELİN BACI

ARDICIN DALINDA BULDUM

BENLİ ZALANIN GARA GAŞI

TEVİR TEVİR BAĞLAR BAŞI

BENLİ ZALAYI ASMIŞLAR

DİNMEZ GÖZLERİMİN YAŞI

 


10 Şubat 2024 Cumartesi

Talas'tan İstanbul'a

1982 Yazı, Kayseri

Toz toprak içindeki sokaklarda soluk soluğa koşar gibi yürüyen Mehmet, terli alnını gömleğinin koluna siliverdi, ter gözlerine kadar akmıştı, gözleri yanmıştı.

Bir zamanlar buralarda arkadaşları ile hiç yorulmadan koştuğunu, sabahtan akşama kadar acıktıkları hatırlarına gelmeden oynadıklarını hatırladı, şu aşağıdaki boşlukta sabahtan akşama kadar yukarı mahallenin çocukları ile maç yaparlardı, topu getiren kaptan olur takımı o dizerdi.

Dik bayırdaki bahçeler, bağlar çocukların ellerinden ne çekerdi. Kaysılar çiçekten meyveye döner dönmez çağla iken koparıp koparıp yerlerdi.

Gözlerini yanarak, soluk soluğa yürüdüğü sokakta anıları da zihninden koşarak gün yüzüne çıkmıştı. Talas’ta en eski sokaklarından biri olan Bağ Yolu'nun başına varmıştı. Duvarların kuzeyleri yosun tutmuştu. Taş duvarlar ve sokaklar hariç   Mehmet’i tanıyan hiç kimse kalmamıştı buralarda. Sanki duvarların yontma taşları Mehmet’e hoş geldin diyordu. Eski sokaklar zamanın izlerini taşıyor, herkesi eski bir tanıdık gibi karşılıyordu.

Mehmet'in aradığı yer ise 21. taşın yanındaki, gizemli bir sırrı saklayan iki taşın arasındaki kovuktu.

Mehmet’in kalbi heyecandan mı çarpıyordu, sıkıştığından ne yapacağını bilemeyen bir kuş gibi mi çırpınıyordu bilemedi? İçinde cayır cayır yanan kalbi miydi, yoksa tüm benliği miydi? anlayamadı.  Bu sokağa, bağ yoluna, her sene ama her sene geldiğinde uğrayacaktı. Uğrayamamıştı. Kayseri’ye bile gelememişti. Ailesi İstanbul'a taşınmak zorunda kalmıştı, İstanbul’da planlanan hiçbir şey istedikleri gibi gitmemişti. Mehmet'in kalbi her zaman bu sokaktan nefes alacağı o günü hasretle beklerdi.

Zerrin, Mehmet'in komşusunun kızıydı iki aile birbirini sevmezdi. Öyle olsa bile ikisi de ilk bakışta birbirlerine âşık olmuştu. Birlikte sokaklarda koşmuş, oyunlar oynamış gözden ırak yerlere varıp hayaller kurmuşlardı.

Ayrılık vakti geldiğinde, Mehmet ve Zerrin bağ yoluna giden bu taş duvarlı sokağı haberleşme noktaları olarak seçmişlerdi. Her sene bu bağ yolunun sokağına gelip, kimsenin sırrını kimseye vermemiş bu duvarlara güvenip, baştan 21 inci taşın yanında buldukları kovuğa birbirlerine yazdıkları mektupları bırakacaklarına söz vermişlerdi.

Mehmet, titreyen elleriyle iki büyük kaya gibi duran taşın arasındaki o ince uzun taşı yerinden çıkardı, elini ince bir kama gibi yapıp  arasına soktu, parmaklarının uçları ile baktı. Yüreği göğsünden fırlayacakmış gibi atıyordu. Mektubun orada olup olmadığını bilemiyordu. Tam umudunu kaybetmek üzereyken parmaklarının ucunda bir kâğıt hissetti.

 Mektubu heyecanla açtı ve okumaya başladı:

Sevgili M.

Sözleştiğimiz gibi ben buradayım. Seninkini henüz bulamadım. Her sene buraya gelip birbirimize mektuplar bırakacağımıza söz vermiştik, unutma. Biliyorum, aramızda kilometreler var ve belki birbirimizi artık hiç görmeyeceğiz. Olsun, ben gene de sana yazmaya devam edeceğim. Bu mektuplar sayesinde birbirimizden haberimiz olur.

Seni çok özlüyorum. Her gün seni düşünüyorum, İstanbul nasıl bir yer? Orada işleriniz nasıl. İstanbul’u görünce belki bir daha Talas’a dönmek istemezsin. Belki bir gün biz de İstanbul’a taşınırız. Gerçek olamayacak kadar güzel bir hayal.

Senin yazdıklarını okumayı sabırsızlıkla bekliyorum. Bana nerede olduğunu, ne yaptığını ve nasıl olduğunu yaz. Sen yazsan da yazmasan da ben umudumu kaybetmeden mektubunu bekleyeceğim.

Sevgilerimle, Z.

Zerrin mektubu yazmak için bir hafta uğraşmıştı hem gizli gizli yazmak zorundaydı hem taşların arasındaki kovuğa bırakacağı için küçük bir kâğıda yazmak zorundaydı, mektup kısa olmalıydı. Zerrin mektubunu bırakacak ve bu senenin içinde Mehmet’in mektubunu da kendisi alacaktı. Çok heyecanlıydı. Eskilerin hikayelerinden dinlemişti. Aşıklar birbirlerine mektup yazdıklarında, uçlarını yakarlarmış, Zeynep  kendi mektubunun ucunu yaksa mı, yakmasa mı çok düşündü. Kendi kendine ''Bu mektubun ucunu yakmayayım, Mehmet mektubunun ucunu yakarsa bende bir dahakinde yakarım'' dedi. Sabah evden çıkıp okula gitmeden önce  arkasını kontrol ede ede sözleştikleri yere geldi, bir gören olurda mektubumu alır diye hem endişelendi hem heyecanlandı, hafif hafif esen rüzgarın salladığı yaprakların arasında dans eden serçelerden başka kimsenin olmadığından emin olunca mektubunu anlaştıkları yere bir çırpıda yerleştirip, çıkardığı taşı yerine kapatıp oradan hemencecik uzaklaşıverdi.

Zerrin, mektubu oraya bıraktığında, sanki Mehmet  anında mektubunu almış ta okumuş gibi hissetti, omuzlarındaki ağır yük kalkmıştı.

Mehmet'in gözünden yaşlar süzüldü, yanakları ıslandı, nefesi tıkandı. Zerrin de onu özlemişti, hala seviyordu.

Mektubu Zerrin’in ellerini koklar gibi kokladı, saçlarına dokunur gibi Zerrin’in harflerine dokundu.

Mektubu katlamadan önce bir kez daha okudu, bir kez daha okudu, bir kez daha okudu, kaç kez okudu bilemedi, sanki biraz sonra biri gelip o mektubu  elinden alacakmış gibi kıskanarak, her harfini her hecesini her kelimesini kalbine kazıyarak tekrar tekrar okudu. Mektubu katlayıp cebine yerleştirirken, elini kovuğun biraz alt yanına uzattı. Oradan ikinci mektubu almak istedi. Evet, ikinci mektup da parmaklarının ucuna değiyordu.

Zerrin ikinci mektubu yazdığında ortaokul ikinci sınıfa gidiyordu.

Ah Mehmet dedi kendi kendine Ah Mehmet…Kayseri'nin güneşi ağaçların yapraklarını sarartmaya, duvar kenarlarından çıkan dikenleri kurutmaya başlamıştı, içini ısıtan güneş mi, Zerrin’in mektubu mu bilemedi, ikinci mektubun sevinci bağ yolundan sanki tüm dünyaya yayıyor içindeki umudu an be an daha da büyütüyordu.

İkinci Mektup:

Sevgili M,

Söz verdiğimiz gibi, bu mektubu da buraya bırakıyorum. Taş duvarlar şahit seni çok seviyorum, senin mektubunu bulamadım. Ya bana mektup yazamadın ya da Kayseri’ye gelemedin. Olsun buraya her yıl geleceğimize ve birbirimize mektuplar yazarak sevgimizi canlı tutacağımıza söz vermiştik. Ben öyle hatırlıyorum, ama sen hiçbir şey hatırlamıyor gibisin.  Biliyorum, aramızda kilometreler var ve birbirimizi görmemiz imkânsız. Bu mektuplar sayesinde birbirimizi yakın hissedeceğimize inanıyorum.

Seni elimde olmadan çok özlüyorum, M. Her gün kendimi yenemeyerek seni düşünüyorum ve bazı gecelerde rüyamda seni görüyorum. Gözlerinin önünde olduğumu ve ellerini tuttuğumu hayal ediyorum.

Uyanınca, gerçek olamayacak kadar güzel bir hayal bunlar, rüya değil diyorum kendi kendime…

Senin mektubunu sabırsızlıkla bekliyorum. Bana nerede olduğunu, ne yaptığını ve nasıl olduğunu yaz. Seni çok seviyorum ve her zaman seveceğim.

Sevgilerimle, Z.

Zerrin Mehmet’e yazdığı mektuplarda isimleri tam yazmıyor, olurda bir başkasının eline geçerse diye korkuyordu. Mehmet yerine M. Zerrin yerine Z. Koyuyordu.

 

 Üçüncü Mektup..

Sevgili M,

Tam üç sene oldu. Üç koca sene…Mektubumu aynı kovuğa bırakıyorum. Geçen senelerde yazdığım mektupları almadın mı? Yoksa bana yazacak bir şeyin mi yok? Belki yazmak istemiyorsun, her şeyi unuttun, beni unuttun, bu bağ yolunu unuttun, bu taş duvarları unuttun verdiğimiz sözü bile unuttun. Eğer böyleyse Sadece bir kâğıt parçasına Unuttum yaz yeter. Ne olur Unuttum yaz ve içimde yanan bu alev sönsün.

Seni çok özlüyorum, M. Belki bir tek ben özlüyorum…

Bu sene de mektubunu almazsam, buraya gelmeyi bırakacağım. Artık umudumu kaybetmek istemiyorum. Ortaokul bitiyor. Annem beni sağlık meslek okuluna kaydettirmek istiyor. Bizim aşağı sağlık ocağındaki hemşireler gibi hemşire olacağım.  Çok heyecanlıyım.

Sevgilerimle, Z.

Dördüncü mektup:

M,

Yeterince ağladım. Geceleri ağladım, gündüzleri ağladım. Herkes gülerken ben hiç gülmedim, ağladım. Gözlerimin yaşı biter sandım, bitsin diye ağladım. Bana bunu da öğrettin, İnsan ağlasa ağlasa gözlerinden gece gündüz yaş akıtsa insanın göz yaşı bitmezmiş.

Özlem bir taraftan sızım sızım sızlatıyor içimi, merak diğer taraftan yakıyor kalbimi. Sana 4 senedir bir tek mektup bile yazmadığın için çok kızıyorum. Neredesin, ne yapıyorsun? 4 sene geçti insan bir fırsatını bulup gelmez mi? Z. Öldü mü, kaldı mı demez mi? Ailecek gelemiyorsa bir otobüse binip kendi gelmez mi? Biliyorum uzaklardasın, gelemiyorsun, onu da anlamak istiyorum, anlayamıyorum. Seni sorabileceğim hiç kimse yok. Bulsam da bundan sonra sormayacağım.

Artık sana mektup yazmayacağım. Buraya da gelmeyeceğim.Seni unutmaya çalışacağım.

Hoşça kal, M.

Yedinci Mektup:

Mehmet, Babam o kazada öldükten sonra buralarda çok zorlandık, küçük kardeşim çalışmasa, dayılarım bize yardım etmese geçinemeyecek duruma geldik. Az kalsın hemşire okulunu bırakacaktım, bende çalışacaktım. Amcam babamla küsmüştü, okulu bırakacağımı duyunca geldi  engel oldu. ''Zerrin sen parayı hiç kaygı etme,  kardeşimin yadigarısın, gerekirse her şeyimi satar seni  yine okuturum'' dedi. Okulumu bitirmem için elinden geleni yaptı. Bu sene tayinim olacak M. Senden hiç mektup alamayınca mektup yazmayı bıraktım iki senedir biç bir şey yazmadım. Yok yok yalan, yazdım ama buraya bırakmadım, neredeyse öteki yazdığım mektupları bile geri alacaktım. Bundan sonraki mektupları bulamazsan üzülme. Annem evlenmemi istiyor, hepsini çeşit çeşit bahanelerle reddettim. Sen orada o koca İstanbul’da Z.'imi hatırlayacaksın? Hatırlama…Burada ben yavaş yavaş öleyim de gör sen.

Aklım bana M. buraları, bir birinize verdiğiniz sözü unuttu diyor. Yedi yıl geçti aradan,  koca yedi sene, ne geldin, ne mektup yazdın, nede benim yazdıklarımı aldın. Ancak kalbim diyor ki M. hiçbir şeyi unutmadı, o hala seni çok seviyor, gelecek sabırlı ol …

Aklımla kalbimin arasında kalsam da gönlüme inanıyorum, beni unutmadığına inanıyorum.

Mehmet ‘in dizlerinin dermanı kesilmiş oraya yığılmıştı. Elindeki bu son mektupla titriyordu içi. Gözlerinden akan yaşlar yüzünden damlayıp toprağa düşmüştü. Başka mektup yoktu. İyice baktı, yanındaki duvar kovuklarına da baktı, başka bir mektup bulur muyum diye, bulamadı.

On üç sene geçmişti, on üç mektup yerine sadece 5 mektup vardı. 7 inci senede yazdığı Beşinci mektuptan sonra Zerrin mektup yazmamıştı.

Oysa neler olmuştu neler. Mehmetler İstanbul’a ilk vardıkları sene Beyoğlu tarafında Halici gören bir yerden ev tutmuşlardı. İstanbul’u görünce Mehmet şaşırmış kalmıştı.  Koskoca iki kıta, koskoca iki deniz buradaydı. Talas’tan çıkıp Kayseri’ye giderken şehre gidiyoruz derlerdi. ‘’Şehir Kayseri değil burasıymış dedi içinden. İstanbul şehir, Ankara bu şehrin ilçesi. Kayseri de ancak İstanbul’un köyüymüş’’ .

Havası Kayseri’nin o sert havasına bakarak yumuşak, Camileri bir milletin tarihinin yaşayan şahitleri, Ayasofya Fatih’in ve Türk milletinin onur madalyası gibiydi.

Mehmetler’in iki üç sene çalışıp zorla açtıkları dükkanları soyulmuş sermaye sıfıra inmişti. Kayseri’ye dönememişti, halbuki hayali İstanbul’da çok para kazanmak, her yıl Kayseri’ye ziyarete ve gezmeye gelmekti. Ziyaret dediği  Zerrini görmekti. Babası ve kardeşleri ile hep birlikte, yeniden başladılar gece gündüz demeden  tekrar çok iyi çalıştılar, yeni bir mağaza açtılar. Ayakkabı işinde ustaydılar, kendi ürettikleri ayakkabıların yanında başka markaları da alıp mağazalarında satıyorlardı. Bu sefer de ortalığı haraca kesen mafya mağazalarına dadanmış para istemişti. Mehmet’in babası bunlara para vermeyi kabul etmeyince kavga çıkmıştı. Üç adam birden babasının üstüne yürüyüp vurmaya başlayınca Mehmet’te kavgaya katılmıştı. Komşu iş yerlerinden esnaf toplanınca Mafyanın adamları tehditler savurarak kaçmışlardı. Ertesi gün iş yerlerinin camları tuzla buz edilmişti. Ertesi gün polis gelip birkaç tutanak düzenleyip ayrılmıştı.

Aynı gece Mehmet’in babası tüm aileyi toplayıp dedi ki ‘’Önümüzde iki seçenek var. Birincisi burada kalıp mücadele etmek, kimseye hakkımızı yerdirmeden ayakta durmak, bizden güçlüler diye onlara boyun eğecek olursak hem paramızdan oluruz hem de şerefimizden’’ 

Tüm aile fertleri sus pus olmuş, çıtlarını çıkarmadan babalarını dinliyorlardı.

‘’Kendinizden zayıf birinden kendi isteğinizle hakkınızı almayıp bırakırsanız bu şereftir, ancak kendinizden daha güçlü birinde hakkınızı bırakırsanız bu korkaklıktır’’  Haraç vermedik, almadık. Rüşvetmiş vermedik, almadık. Hile yapmadık, yaptırmadık. Bunu ne babamızda ne dedemizde gördük.   Sizlere de bunu göstermeyeceğim, sizde çocuklarınıza bunu göstermeyin’’

‘’Allah’ın yasak ettiği işe yanaşmayın, devletin yasak ettiği işe yapmayın, yapanlar çok kazanıyormuş derler, işin o anına değil, akıbetine bakın. ‘’ dedikten sonra hatırında kalan bir hatırasını çocuklarına şöyle aktardı.

‘’Evlatlarım, babam rahmetli o yıllarda odun, kömür alır satardı, bir gün köyden odun gelmiş, git oğlum sen tart dedi. Çuvalları kantara koyduk, bir bir hepsini tarttık. Her torbanın kilosunu yazdım, topladım. Odunları getiren adamla birlikte babamın odasına vardık, kâğıdı uzattım. Babam bir kâğıda baktı, bir bana baktı. Gel buraya dedi. Yanına vardım, bana okkalı bir tokat attı. Bunlar nasıl kilo lan çorapsız dedi. Babam kızınca ağzından kötü söz çıkmasın diye kızdığı kişiye çorapsız derdi. Ne oldu ki demeye kalmadan, kiloları yazmışsın ama gramları yok’’ dedi. 

Kollu kantarda kilo yeri yanında gram yeri olurdu, odunun gramı mı olurmuş diye gramlarını tartmamıştım, kantarın başına varıp bu sefer on çuvalın onunu da kilosunun yanında gramı ile tarttım, toplamda iki kilo fark etmişti. O günden sonra her şeyi gramına kadar tarttım, kimsenin bir kuruşunu kesemde bırakmadım. Sizlerde böyle olun. Korkmayın, eğri tartan kendini eğriltir, eksik yapan kendinden eksiltir.  Karanlıkta dağın başında mum yakan olsa köyden gözükür, sizin işleriniz de böyle dürüstlük üzerine olursa hem Allah katında hem kul katında tüm yurdumuzdan karanlıkta yanan mum gibi gözükür’’ dedi.

Sonra ekledi ‘’ İkincisi her şeyi satıp yeniden Kayseri’ye dönmek’’

Kayseri’ye geri dönmek bu noktada korkaklığın dik alası olacağından kimse geri dönme fikrine sıcak bakmadı.

Ertesi hafta sabah evden besmeleyle çıktılar, babası imalathaneye giderken Mehmet mağazayı açmaya gitmişti. Mafyanın adamları dükkândan içeri girer girmez Mehmet çekmeceden babasının tabancasını alıp, hiç düşünmeden giren üç adama da sıktı. Birisi ağır, diğeri hafif ikisi yaralanmış üçüncüsü kaçmıştı.  Sonucu karakol, sonucu mahkeme, sonucu ceza evi olmuştu.

Mafyanın avukatları mahkemede müvekkillerinin ayakkabı aldığını, dikişleri bozuk olan ayakkabıyı geçen hafta iade etmeye çalışırken Mehmet ve babası tarafından darp edildiklerini, bu hafta tekrar konuşmak için Mağazaya geldiklerinde de silahlı saldırıya uğradıklarını iddia etti. Mafya Mehmetlerin komşu dükkanlarını tehdit etmiş hatta bir tanesi de avukatın iddiasını destekler şekilde şahitlik yapmıştı. Oysa olayın mahkemede salonunun soğukluğunda, hakime anlatılanlarla hiç alakası yoktu. 

Mehmet içerideyken bolca okudu, kafese tıkılmış kuş gibi günlerin geçmesini iple çekti. Babası ve kardeşleri çalışmaya devam ediyor, her fırsatta görüşüne geliyorlardı. İşleri de gayet güzel büyüyordu. Artık maddi yönden zorlukları kalmamıştı, imalathaneleri fabrikaya dönüşmüş, yanlarında onlarca usta ve işçi çalışır olmuştu. Ürettikleri ayakkabıları Türkiye’nin dört bir yanında nam salmıştı. Hem kalitesi hem işçiliği üst seviyedeydi. Sağlamlık konusunda tartışılmaz olduğu kadar tasarımları da modern ve şıktı.

Mehmet’in mahpusluk günleri bittiğinde babası aileyi yeniden topladı. Çok otoriter biriydi, Mehmet ve iki kardeşi babalarının sözünün üstüne bugüne kadar hiç söz söylememişlerdi. ‘’ Ben yarın ölür giderim sizde mal kavgasına düşersiniz, parçalanır yılların emeğini berhava edersiniz, bu olmayacak, şirketten herkese hisse vereceğim. Mehmet abinizin, ikinizden de fazla emeği var, hem bizim işimizi korumak için mahpus yattı, siz olsanız sizde aynısını yapardınız biliyorum ama hisseler yüzde 33 er olmayacak Mehmet’te yüzde 36, sizde yüzde 32 şer hissesi kalacak. İlerde başka iş yapmak isteyen olursa hissesini birbirine satsın’’ demişti... Kardeşleri buna hiç itiraz etmemişlerdi. O gün orada sizlerin hiç hissesi olmayacak yahut yüzde 1 er hissesi olacak dese ona da ses etmezlerdi.

Mehmet ’’Baba benim Kayseri’ye gitmem lazım ‘’ dediğinde babası ‘’ Hayırdır oğlum, niye gideceksin ‘’ bile demedi, peki git oğlum dedi. Mehmet İstanbul’dan nasıl çıktı Kayseri’ye nasıl geldi hiç bilemedi.

Şimdi burada bu sokakta  aklında Zerrin'le yığılmış kalmıştı. En sonunda derin bir soluk alıp Talas’ın o eşsiz havasıyla ciğerlerini doldurdu, toparlandı, ne yapacağını nasıl yapacağını düşündü.

Kendine gelmiş adımlarla Talas’ın içine eski mahallelerine doğru yürüdü. Zerrin’i bulacak, uzaktan görecek, eğer evlendiyse hiç sesini çıkarmadan dönecekti. Talas’a, Kayseri’ye ne kadar çok bina yapılmıştı. Eski mahallelerinde tanıdık kimse kalmamış herkes buralardan taşınmıştı. Mahallenin yerlisi olarak ağaçlar ve eski evlerden başka kimse kalmamıştı. 13 Sene geçmişti aradan, küçükler büyümüş, akranları dağılmış, bazı yerler yıkılmış,  yenileri yapılmıştı. Zerrin’in amcası ve babası yeni sanayide araba ustasıydı, o zamanlar dükkanları olduğunu biliyordu. Babası rahmetli olmuştu ama Zerrin mektubunda amcasından bahsetmişti.

Mehmet Zerrin’in amcasını arayacak bulacak, ondan Zerrin’in babasını soracak sonra bir vesile ile Zerrin’i  de soracaktı. Yeni Sanayi’ye gitti. Kaportacılar birbirlerini nasıl olsa tanırdı.

Mehmet sanayinin girişinde bir kaportacıya uğrayarak ‘’Selam ün Aleyküm’’ dedikten sonra ‘’Ben bir usta arıyorum. Talaslı Mahmut usta, o da sizin gibi kaportacı, dükkanı nerede bilirimsiniz?’’ dedi. O sırada çekiçle önündeki arabanın sol çamurluğunu düzelten usta ‘’Yok bilemedim ama sokağın başında parçacı var, onlar Talaslı, Talaslı Macit. Macit abiye sor o belki bilir’’ dedi.

Mehmet Talas’tan çıkıp Yeni sanayiye gelirken yolda bir sokağa sapmış, arabası ile direğin yanına yanaşmış, kapıyı direğe doğu açarak hafifçe içeri çökertmişti.

Arabanın kapısında düzeltilecek hasar vardı. Parçacıya vardı. ‘’ Macit usta kolay gelsin’’ dedi. ‘’Bana kaportacı Mahmut usta lazım. Bizim Talaslı Mahmut usta’’. Macit biraz düşündü, ha şu bizim Uzunların Mahmut, şuradan şöyle git, ilerde küçük bir dönerci var onun sokağına gir, solda, sokağın sonunda’’ dedi.

Mehmet heyecanla çıktı, tarif üzerine o sokağa girdi, sokağın sonunda üç dört kaportacı dükkanı yan yanaydı, dükkanların önünde duran birisi vardı ona doğru yanaştı ‘’Selam ün Aleyküm, Mahut ustanın dükkanı burasımı ‘’ dedi, adam ‘’ Yok iki yan taraftaki dükkan’’ diye cevap verdi. Sanayi oldukça kalabalıktı, üstü başı yağ içinde çıraklar birbirleri ile şakalaşıyordu.

Mehmet, Mahmut ustayı sonunda bulmuştu. Usta dedi ‘’ Aceleyle arabadan inerken direği fark edememişim, kapı çöktü ve çizildi, yapabilirimsin '' dedi. Mahmut usta hasarı inceledi ‘’ Yaparım, Allahtan yavaş vurmuşsun, göçük olmuş, düzeltirim, bura boya da istemez, rötuşla hallolur şu kadar borcun olur, ancak elimdeki arabanın işi bitisin öyle başlarız’’ dedi. Mehmet beklemeye başladı.

İçerden çırak çay kapıp getirdi. Öteki arabanın işinin bitmesini beklerken Mehmet çayını içti. Zaman hiçte geçmiyordu. Kalfa tamiri tamamlanan arabayı dışarı çekip Mehmet’in arabasını içeri yanaştırdı. Mahmut usta işe başlayınca Mehmet arabanın yanına doğru soğuk kanlı şekilde, heyecanını ve asıl maksadını belli etmemeye çalışarak yaklaştı ‘’Usta sende Talaslıydın, değil mi’’ dedi.

Mahmur usta ‘’ Evet, sende mi Talaslısın? ‘’ dedi. ‘’ Bende Talaslıyım, Çolaklardan  Salih’in oğluyum’’ dedi.

Mahmut Usta ‘’ Ha sen Salih’in oğlumunsun, İstanbul'lu oldunuz artık’’ dedi. ‘’Deden Rahmetliyi tüm Kayseri tanırdı. Hacı Muzaffer emmi’’ Babam anlatmıştı. Birinci dünya savaşını kaybedince Suhudlar Haccı Türklere 1948 e kadar yasaklamışlar. Deden Rahmetli yasak masak dinlememiş, Gıranatli Salih ve Tomarzalı Ali ağa ile birlikte hacca gitmişler. Bir iki sene sürmüş hacca gidip gelmeleri. Deden rahmetlinin hacdan geldiğini duyunca Kayseri çalkalanmış herkes hoş geldine varmış yanına. O zaman hacca gitmenin zorluğunu sen hesap et’’ deyip sözlerine devam etti Mahmut usta.

‘’Sen nasılsın, İstanbul nasıl, işleriniz baya iyiymiş duyduğumuza göre. Sizlerden epeydir gelip giden yok, sen hayırdır, iş için mi geldin Kayseri’ye’’ diye sordu Mahmut usta.

Mehmet ‘’ Memleketi ziyarete geldim, bizim eski mahalleyi de gezdim senin kardeşin Latif usta ile komşuyduk, seni oradan hatırladım, buraya ondan geldim, o nasıl, taşındılar mı?’’ dedi.

Mahmut Usta’nın içi acıdı ‘’ Hiç sorma Latif’i trafik kazasında kaybedeli seneler oldu ‘’ dedi.

Mehmet ‘’ Allah rahmet etsin, çok üzüldüm, başınız sağ olsun, peki ailesi, oğlu Murat, kızı Zerrin, onlar da mahalleden benim arkadaşlarımdı, onlar ne oldu, neredeler’’ dedi. Zerrin derken sesi titremişti.

Mahmut usta ‘’Zerrin hemşire oldu, tayini Ankara’ya çıktı. Murat’ı ve Annesini alıp Ankara’ya yerleşti’’ dedi. ‘’ Zerrin evlendi mi? ‘’ diye soracaktı Mehmet, sözler boğazına düğümlendi, soramadı, sormazdı, çok ayıp karşılanacak bir soru olurdu. Olsun Ankara’da olduğunu öğrenmişti.

Mahmut kapının ezik yerini ısıtmış o sıra vakumla çektirmeye başlamıştı. Mehmet ‘’ Mahmut usta, ben İstanbul’a giderken Ankara üstü gidiyorum, keşke Murat’ı, Zerrin’i de görebilsem. Sende Adresleri var mı?’’ diye sordu.

Mahmut usta ‘’ Adresleri yok, ama Keçiören’deler, Osmangazi’de dedi. Murat’ın lokantası var, Lezzetçi lokantası. Zerrin’de Yüksek ihtisasta çalışıyor ‘’. Çayları bitti, arabanın kapısı halloldu. Mehmet ücreti ödedi ve sanayiden vedalaşarak hemen çıktı. Sabahtan beri bir lokma yememişti ama bir an önce Yüksek ihtisasa varmalıydı. Hiç durmadan Ankara’ya ulaştı. Gece saat 23 sularıydı. Çoğu yer kapalıydı ama Yüksek ihtisas açık olurdu. Hastaneye vardı. Danışmadan Zerrin hemşireyi sordu, Zerrin hemşire yarın gelir dediler. Bir otel buldu, sabahı zor etti.

Sabah saat 7 de hastanenin önündeydi. Her gelene Zerrin’ mi diye bakıyordu. İşte orda, dolmuştan inen, kaldırımda zarif şekilde yürüyerek gelen Zerrin’di. Zerrinin parmaklarına baktı uzaktan evlenmiş miydi? Yakınlaştığı sırada da iyice baktı yüzük gözükmüyordu, içi rahatladı. Zerrin uzaktan birini Mehmet’e benzetmişti, içinden ‘’Hayal de görmeye başladın, afferim kızım, ye kafayı, bir o kaldı kafayı da sıyır kurtul artık ‘’dedi.

Karşıdaki adam gözünü Zerrin’e dikmiş hiç ayırmadan bakıyordu, ne güzel olmuştu Zerrin. Ölecek gibi oldu. Zerrin başını öne eğmişti, onun da kalbi yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.

Yanından geçerken, Mehmet ‘’ Zerrin’’ dedi. ‘’ Zerrin, benim Mehmet, geldim bak sonunda, Mektuplarım cebimde geldim, O taş kovuğuna bırakamadığım tüm mektuplar cebimde, 15 mektubun 15 i de yanımda, senin mektupların da yanımda Zerrin’’ dedi. Zerrin de başını kaldırmadan önce Mehmet’in parmaklarına baktı. Yüzük görse direk boğazını sıkacaktı. Yavaşça başını kaldırdı, Mehmet’in gözlerine baktı. Mehmet’e bin yılda gelmesen, seni gene bekleyecektim, ama nerede kaldın ‘’ dedi.

Birbirlerine sarıldıklarında iki denizin İstanbul'da boğazda kavuşması gibi gözlerinden boşalan yaşlarla ikisi birden hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. 

 

Mustafa Çimen 2024 Şubat 10


6 Şubat 2024 Salı

 Depremden Korunmak.

Ayşe, 23 yaşındayken Kahramanmaraş'ta öğretmenliğe başlamıştı. Hemen hemen 10 senedir öğretmenlik yaptığı şehrini ve ailesini de çok seviyordu, mesleği çocukluk hayaliydi, minik öğrencilerine her gün yeni bir şeyler öğretmenin heyecanını yaşıyordu. Pek çok zorlukları olsa da, ailesi ve sevdikleriyle mutlu bir hayatı vardı.

Bir gece, Ayşe'nin dünyası aniden değişti. 6 Şubat 2023'te, Kahramanmaraş'ı sarsan korkunç depremde Ayşe'nin evi yerle bir oldu. Enkaz altında kalan Ayşe, saatlerce kurtarılmayı bekledi. Kurtarma ekibi onu enkazdan çıkardığında, Ayşe'nin aklında tek bir soru vardı: Küçük kızı Elif neredeydi? Eşi neredeydi?

Enkazdan çıktıktan günler sonra gelen acı haber, Ayşe’yi canlı canlı öldürdü. Eşi Ali ve kızı Elif, depremde hayatını kaybetmişti. Ayşe hasbelkader 3 gün enkaz altında kalmıştı. Enkaz mezar gibiydi, ilk gece onlarca değişik ses, çığlık, inilti, yalvarma, ağlama sesleri duymuştu. İkinci gün azalan sesler üçüncü günde hemen hemen yok denecek kadar azalmıştı en son duyduğu ses kimse var mı diyen birinin sesiydi.

 Ayşe'nin enkazın altından karanlık bir kovuktan gün yüzüne çıkmıştı ama  dünyası kararmıştı. Sevdiği kızı, eşi, yuvası, her şeyi gitmişti.

Ayşe pes etmedi. Acısını dindirmek için bir çözüm bulmak istiyordu. Depremden sonra birçok insan gibi o da "Neden?" sorusunu soruyordu. Neden bu kadar çok bina yıkılmıştı? Neden kızı, eşi ve bu kadar çok insan hayatını kaybetmişti? Neden? Neden? Neden? Hastanede hep bu soruyu sordu kendi kendine. Cevabı bilinen bu soru kendi kendini yiyip bitirmesine sebep oluyordu.

Ayşe, araştırmaya başladı. Düşünmeye başladı. Acıları günler geçtikçe azalmıyor aksine artıyordu.

Deprem mühendisleri, bilim insanları ve diğer uzmanlarla konuştu. Okudu, düşündü, olayların arasındaki örüntüyü çözmeye çalıştı, öğrendi ve sonunda gerçeği gördü: Yıkımın sebebini bir faktöre bağlamak, ucuzluk, kolaycılık ve gerçekten kaçmaktı.

Binalar, depreme dayanıklı şekilde inşa edilmemişti, tamam. Mühendislik hataları ve kalitesiz malzemeler kullanılmıştı, tamam. Yetkililer gerekli denetimleri yapmamıştı, tamam. Bilimsel veriler ve risk analizleri göz ardı edilmişti, tamam.

Tamam, tamam da bu ihmalkârlık yüzünden eşi, kızı, akrabaları, arkadaşları ve pek çok tanıdığı insan  ölmüştü. Sessiz kalmak istemiyordu. Elif'in ve diğer hayatını kaybedenlerin anısına mücadele devam edecekti. Elinden ne gelirse ardına koymayacaktı, yarına bırakmayacaktı.

Ayşe, diğer depremzedelerle birlikte bir araya geldi. Yetkililere seslerini duyurdular. Her kes her şeyi zaten bildiği için, her şey konuşuluyor ancak sinelerde acı bir çaresizlikle masalardan kalkılıyordu.

Kimse Meydanlara koşmadı. Konuştular, konuştular, konuştular…. Protestolar düzenlenmedi ülkenin hiçbir köşesinde. Herkes bunu kaderin acı bir cilvesi olarak görüyordu. Parası olanlar daha sağlam ve az katlı binalara, evlere taşınmaya çalışıyor, olmayanlar da Allaha sığınıp sıranın kendilerine gelmesini çaresizlikle bekliyordu.

Deprem yönetmeliklerinin iyileştirilmesi gerekliydi elbette ama eldeki yönetmelikler bile tam uygulanmamışken değiştirilse ne olacaktı?  Denetimlerin artırılması gerekiyordu ancak denetleyen neyi denetlediğini bilmiyorsa denetim ne işe yarayacaktı? Bilimin ışığında bir şehir planlaması yapılmasını gerekliydi ancak belediye meclisleri bilimin ışığından çok halktan alacakları tepkiye ve oya göre kararlar alıyor, planlamalar yaptırıyordu.  

Ayşe hep o andaydı… 6 Şubat 2023, korkunç bir sarsıntı …Ev sallanmaya başlamış ve her şey yerinden fırlamış, yer yerinden oynuyor, duvarlar insanın üstüne yürüyor, tavan taban oluyordu. Yerinden kalkıp çocuklara koşmaya fırsat yok, kalksan bile dengede durmaya imkan yok, toz duman, karanlık, çığlıklar, korku…

Trajedi. Peki, bu kadar çok can kaybının ve yıkım neden hiçbir şeyi değiştirmiyor? diye düşündü Ayşe.

İşin kolayı, televizyondaki tüm yorumların hülasası, müteahhitler suçlu. Ne kadar da kolaycılık, çözümü perdeleyici, düşünmeyi ve tartışmayı tıkayıcı bir hüküm bu dedi kendi kendine Ayşe…

Yüreği nasıl da yanıyordu Ayşe’nin. Deprem yönetmeliklerinin iyileştirilmesi ve denetimlerin artırılması gerekli olsa da, asıl sorunun daha derinlerde yattığına dikkat çeken kimse yoktu. Eğitimsizlik, sorumsuzluk ve ahlaki değerlerin zayıflaması gibi toplumsal sorunlar da bu trajedinin sorumluları arasında baş sıradaydı ama bunu konuşmak niye hiç kimsenin işine gelmiyordu.

Deprem yönetmeliklerine uygun şekilde tasarlanmamış ve inşa edilmemiş binalar yıkıldı, zemin etüdü yapılmayan binalar yıkıldı, Fay hatları üzerine inşa edilen binalar yıkıldı. Ondan yıkıldı, bundan yıkıldı, yıkıldı da yıkıldı….

Kullanılan malzemelerin kalitesizliği konuşuldu da o malzemeyi kullanan insanların yetersizliği hiç konuşulmadı. Milyonlarca liraya satılan evleri yapan mühendislerin, mimarların, amelelerin, sıvacıların, duvarcıların askeri ücret seviyesinde çalıştırıldığı hiç konuşulmadı…Ustaların belgelendirilmesi gerektiği hiç söylenmedi.

‘’Deprem öldürmez! Çürük binalar öldürür!’’

‘’Depremden ders çıkarmak ve gelecekteki can kayıplarını önlemek için hepimize görev düşüyor. Bilimsel bir bakış açısıyla, gerekli yasal düzenlemeleri ve mühendislik çözümlerini uygulayarak daha güvenli bir gelecek inşa edebiliriz.’’ Tarzında klişe laflarla deprem korkutuldu karar verildi Hoca bildiğini okumaya devam edecek, çünkü başka çaresi yok.

Ayşe kızı Elif'in fotoğrafını aldı, gözlerin baktı. Senin gibi niceleri gitti kızım. Bizi toplum olarak affet, bizi toplumsal anlayışsızlık, ciddiyetsizlik, eğitimsizlik perişan etti dedi. Biz bu kafayı değiştirmeden istediğimiz kadar yönetmelik değiştirelim yine hiçbir bina ayakta kalamaz. Uzman ve usta yetiştiremiyoruz, yetiştirdiklerimize de hakkını ödemediğimiz için hakkını vermeyecek işler yapıyor. Doğrusu neyse onun yerine kolayı neyse onu. Ahlaka ve imana sığmaz işler ne yazık ki böyle işler…..

Ayşe bir karara vardı. Bu işin bir tek çözümü vardı. ‘’Gelecek nesillere dürüstlük, adalet ve onur gibi değerlerin önemini aşılamak, daha sağlam ve güvenli bir gelecek inşa etmenin temelini oluşturduğu gibi daha sağlam binalar da ancak bu şekilde yapılabilirdi. ‘’

Ayşe okuluna döndü ve çocukları toplayıp her ilk öğretim yılı açılışında bir konuşma yaptı.

Çocuklar ne iş yaparsanız yapın, işinizi tam ve eksiksiz yapın. Çocuklar kendi menfaatinize ters düşse bile haklı ve adil olan neyse onu savunmaktan geri durmayın. Çocuklar hepimizin paraya ihtiyacı var ve ilerde de olacak. Parayla fiyatı olan şeyleri satın alabilirsiniz, daha lüks ve rahat bir hayat yaşamanız konusunda size yardımcı olur. Ancak unutmayın ki hakkını teslim etmediğiniz işlerden kazandığınız para Haram olacak ve o parayla alacağınız en kaliteli ve pahalı şeyler de size huzur vermeyecek. Onurlu ve şerefli bir hayatı tercih edin. Onurlu ve şerefli işler yapın, onur ve şeref sizi ayakta tutacak, onursuz ve şerefsizlikle inşa edilen hayat, devletimize, şehirlerimize, kentlerimize, hayatımıza, binalarımıza yansıyacak ve en ufak bir sarsıntıda hepsi yerle bir olacak….

 

Mustafa Çimen 6/02/2024