17 Ocak 2014 Cuma

Kendini Kuzu Sanan Arslan Türük ve Kurt Ziyon'un Hikayesi

Hikayemde ; Arslan olduğu halde kendini kuzu sanan Habilistanlı Türük ile Kabilistanlı kurt Ziyon arasında geçen arkadaşlığı ve işleri  anlatıyorum.

B.

Arslan olduğu halde kendini kuzu sanan Türük, Kabilistandan gelip Türük'ün öz memleketi olan Habilistan dağlarına yerleşen Kurt Ziyon ve sürüsüyle birlikte yaşar giderdi.

Kurtların lideri ve en sinsisi olan  Ziyon, çekingen ve hürmetkâr tavırlarla Türük'ün etrafında dolaşır; dostu ve arkadaşı olduğunu, ona hizmet ettiğini, dediği yerlere gider, söylediği işleri yaparsa başına kötü şeyler gelmeyeceğini söylerdi hep.

Türük kurtlarla olan ilişkisinde tuhaflık olduğunun farkındaydı. Ancak tuhaflığın ne olduğunu bir türlü kavrayamıyordu. Bazı zamanlar, '' Kurtlar bana neden yardım ediyor ? Kurt kuzuya neden dost olur ?'' diyerek, şüpheye düşüyor, şaşırıp kalıyordu.

Türük, aklından geçen şeyleri kurtların lideri olan arkadaşına sorunca, Ziyon ,
''Bak  kardeş ! Etrafta seni bir lokmada mideye indirecek aç gözlü çok yaratık var. Ben ise seni çok sevdim, onlara karşı seni ben koruyorum. Âlemde senin iyiliğini senden çok isteyen biri varsa o da ancak benim ben !''  diyerek konuşmaya, duygu dolu sözlerle kuzu Türük'ün gönlüne hitap etmeye başlayınca, Türük sevinçle Ziyon’u seyrediyor, büyük bir hayranlıkla vecd içinde susup kalıyordu.

Türük  Ziyon'un rehberliğinde gittiği meralarda inek gübrelerinin altında bulduğu otları yiyor, amma velakin otu da bir türlü sevemiyordu. Ziyon'a ayıp olur diye ot sevmediğinden bahis açamıyordu. Sürekli; açlık, zayıflık ve halsizlik hissediyor, rüyasında et görüyordu. Rüyalarından utanıp sıkılarak, kurt Ziyon'a derdini anlatıyordu. Kurt  Ziyon, '' Benimle arkadaş ve dost olduğundan, benim gibi olmak istediğinden  o rüyaları görüyorsun. '' diye kuzuyu teselli edip, oyunlarını sürdürmeye devam ediyordu.

Türük, kutların kendisine uygun gördükleri zorlu bir eğitiminden geçmiş, onların beyin yıkayıcı hikayelerini  dinleyip, dinlediklerine inanarak büyümüştü.  Öğrenip, inandığı hikayelerden o kadar etkilenmiş ki; En nefret ettiği hayvanı soracak olsanız Arslan diyordu.
Türük’ün gözünde en mübarek hayvan Kurt olmuştu.
Kurtlara teslim olmayan diğer kuzuları kınar, kurtlara kötü söz söyleyenleri eleştirmekten, gıyabi düşmanlık beslemekten geri durmazdı.
Ziyon'a dil uzatan olsa beddualara sarılır, gece yatmadan  veli-i nimetine dualar ederdi.
Bir yandan dünyanın en şanslı kuzusu olduğuna sevinir, Ziyon gibi dosta sahip olmanın, hak katından kendine bahşedilmiş hediye olduğunu düşünür, diğer yandan içini kemiren hislerle mücadele ettiği için sabahı zor ederdi.

Ziyon ara ara elinde makasla gelerek, titreye titreye kuzu Türük'ün  ensesinde uzayan yelesini traş ederdi. Korkusunu belli etmemeye çalışarak pençesindeki tırnaklarını olabildiğince dipten budardı.

Ziyon, Türük'ün dişlerinden çok korkardı.'' Senin şu dişlere bir çözüm bulsak! Ot yerken sana zorluk çıkarıyor '' derdi. Kuzu da Ziyon'a hak verir, dişlerini onunla konuşurken utanarak saklardı.

Ziyon, Türük'ün gölden su içmesini ta baştan yasaklamıştı. Ona ufak kapta, ölmeyeceği kadar su getirir,  ''Arkadaşım! Senin için yorulmak benim için dünyanın en büyük zevki. Al şu suyu iç. Sana benim gibi dost, benim gibi yoldaş, benim gibi sadık arkadaş var mı ? İçerken de iyice düşün.'' derdi. Diğer yandan da Türük göle su içmeye gidip kendi simasını görüp  arslan olduğunu bilecek ve bize Habilistan dağlarını dar edecek diye korkardı. Geceleri kâbuslar görürdü. 

Ziyon, Türük'ü yavru iken öldürmeye cesaret edemediklerine hayıflanır, o vakte lanet edip kahrolurdu. 

Zamanında tüm çakallar, kurtlar, sırtlanlar birlik olup Türük'ün annesinin de içinde bulunduğu aslanlara, kurdukları tuzakta saldırmışlardı. Türük'ün annesi yaralanmış ve oğlunu düşünerek geri çekilmişti. Türük’ü dağın en yüksek yerindeki mağaraya çıkarabilmiş, sonrasında kanlar içinde gözlerini yummuştu.

Kurtlar, Türük'ün  arslan dedelerinden çok çekmişlerdi. Değil arslan görmek, ismini duysalar korkudan girecek delik arayan hayvanlara dönmüşlerdi. Dağ başında Türük’ü bulduklarında, yavru bir arslan olduğu halde yanaşıp, öldürmeye cesaret edemeyişleri sırf bu yüzdendi. Yani  yavru ve yetim arslan Türük'ü kurtların pençesinde can vermekten kurtaran; kendi gücü, namı, şerefi, kuvveti, kudreti ya da şirinliği olmadığı gibi, kurtların vicdanlı oluşu da değil, arslan dedelerinden kendine kalan şan, şeref ve ismin diğer hayvanlar üzerinde bıraktığı korkutucu etkiydi.

Kurtlar, yavru arslanı öldürmeye cesaret bulamayınca  ne yapacakları konusunda tartışmışlar, sonunda onu kendi çıkarları için kullanmaya karar vermişlerdi. Türük'ü bir koyuna emzirtecekler, kuzu olduğuna inandırarak büyüteceklerdi.

Çakal sürüleri kurtların menfaat sahalarına, topraklarına girip çıkarlarına dokununca, Türük'e,  '' Hadi gel aramıza gir de seni şu çakallardan koruyalım.'' diyeceklerdi.  Kurt sürüsünün içine giren Türük, çakallardan korunduğuna inanıp kurt sürüsüne minnet duyarken, kurt sürüsünün içinde Arslan gören çakallar, sırtlanlar bu dağlara bir daha adım atamayacak ve arkalarına dönüp bakmadan kaçacaklardı.


Kabilistanlıların planı çok güzel tutmuştu. Aslı arslan olan Türük kendini kuzu, kurtları da hamisi sanarak kendi memleketi olan Habilistan dağlarında kurtlara hükümranlık yaptırıyordu.

Türük, ya gerçekten kuzu olduğunu sanıyor ya da böyle olduğuna inanmış gibi yapmak işine geliyordu.
Belki içinden ''Biraz daha büyüyüp kuvvet kazanayım, sizin birinizi sağ bırakmayacağım.'' diyordu.
Belki ''Nasıl olsa canıma kast eden yok, otla da olsa beslenip, kurtlardan kalan et kemik kırıntılarını onlar görmeden kemirerek yaşıyorum.'' diyordu. Ne gereği vardı şimdi arslanlık taslamanın, hırlaşmanın !...

Türük, arslan olduğunu bilse bu dağların kralı olacak, Habilistan dağlarında ki tüm canlılar rahat bir soluk alacak, sağ kalabilen hain kurtlar Kabilistan’a  geri dönecekti. Türük kurt sürüsünün içinde beklerken, kendi elleriyle Ziyonun sürüsünü daha da büyütüp kalabalıklaştırdığını görebilse hem kendisi için hem de Habilistan için bayram olacaktı.



Mustafa ÇİMEN
16/1/2014
DÜVENÖNÜ/KAYSERİ


15 Ocak 2014 Çarşamba

2018

Ecdadımız ;1917 yılında Mekke'yi İngiliz iş birlikçilerine terk ederek kutsal topraklarımızdan, öz yurdumuzdan, uğrunda haçlı seferlerine göğüs gerdiğimiz mübarek topraklardan ve Beytullah'tan çekilmek zorunda kalmıştır.

Medine şehrini ise Fahrettin Paşa'mız ve askerleri tarafından kısıtlı imkânlara, açlığa ve her türlü ihanete göğüs gerilerek, ‘’Bu asker, Medine'nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında, kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır.’’ diye yemin edilerek, gerektiğinde çekirge dahi yenilerek, bizden yana olan Arap kardeşlerimizin de desteği ile 2 yıl 7 ay daha müdafaa edilmiş. 1918 senesinde acı ve ızdırapla Mondros’un şartlarından biri olarak teslim edilmiştir.

Medine müdafaasına katılan atamız, ecdadımız, dedemiz İdris efendimiz; Rasulullah'a hitaben şöyle demiştir :

Ne kanlar akıttık hep senin için
O Ulu Kitab'ın hakk için aziz !
Gücümüz erişsin ve erişmesin
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz

Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz
Can verir canânını veremez Türkler
Ebedi hadimü'l-Harameyn’iniz
Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler

Üzerinde ivedilikle durulması elzem olan diğer mesele ise; Allah'ın emirlerinden biri olan Hac ibadetini yerine getirmemizin engellenmekte oluşudur.

Kotalar konmakta, zorluklar çıkarılmakta ve Hacı olmamızın önüne set çekilmektedir. Bu hususun dünyaya bakan tarafı olduğu gibi, ahirete bakan yönü de korkutucudur. Harekete geçmemizi gerektirmektedir.
Mübarek topraklara, ahalisine ve hacılara biz hiç bir zaman efendilik taslamamış, oralara hizmetçilik etmekten gurur duymuşuzdur. 

Üstelik o topraklar kutsaldır, hiç bir kavme ve millete de ait değildir. Ümmet-i Muhammet'in emaneti ve gözetimi altında olması gerektiği gibi yönetiminde de olmalıdır.Bu şart yerine getirilmeden İslam coğrafyalarındaki kanın durdurulup birliğin tesis edilmesi zor görünmektedir.


Yukarıda saydığım sebeplerin tamamından dolayı, Fahrettin Paşa’mızın yeminini ve İdris efendimizin Rasulullah’a verdiği sözü, torunları olarak kendimiz için hala geçerli sayarak  2018 senesini tüm dünyada yas yılı ilan etmeyi, ızdırabı canlı tutmayı, Fahrettin Paşa’mızın da dediği gibi hep bir ağızdan ve yürekten "Ya Resulullah, biz seni bırakmayız." demeyi teklif ediyorum.

Ey can verip cananı veremeyenler ; 2018 yaklaşıyor.



Mustafa Çimen
Kayseri
14/01/2014





14 Ocak 2014 Salı

Çok Fena Halde Yenildiğimizin Farkındamıyız ?

Yıl 2014,  1914 'ün üzerinden tam 100 yıl geçti.

Peki ne bu 1914 ? 1914 Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıç tarihi.

Osmanlı devleti olarak Almanya,  Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan'ın yanında; İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, Abd, Brezilya, Portekiz, Sırbistan, Japonya' ya karşı savaştık.

Hem de nasıl savaştık ?

Kafkas cephesinde
Kanal Mısır cephesinde
Suriye Filistin cephesinde
Irak cephesinde
Hicaz Yemen cephesinde
Çanakkale cephesinde

Çanakkale hariç tüm cephelerde ya yenildik, yada geri çekildik. Neredeyse tüm Müslüman Türk nüfusumuzu, yetişmiş insan gücümüzü  kaybettik.

1918 de Mondoros'u imzaladık. Mondoros'u yeterli görmediler. 1920 de Sevr'i imzaladık. Çıkmak üzere olan canımızı almak üzere tekrar saldırdılar ve 1923'e kadar giden süreç başladı.

Sevr sonrası başlayan Anadolu işgaline direnerek, iç cephelerimizde kazanıp müzakere masasına oturduk. Kazandığımız zafer, 1920 Sevr anlaşmasına göre zafer sayılırdı doğru. 1914 sınırlarımız göz önüne alınınca da zafer olmadığı açıktır. Sonuçta; boyun büktük, diz çöktük, dayatılan tüm şartları kabul edeceğimizi, kaybettiğimizi kabul ettik.

Bildiğimiz, okuduğumuz ve bize söylenenin aksine Cumhuriyet'i ; kahramanlık hikayeleri  ve zaferle değil, müzakerelerle ilan ettik. '' Büyük fedakarlıklar yaptım, ileri sürülen tüm şartları kabul ettim, memleketin iktisadi esaretine ise karşı çıktım '' diyen İsmet paşa olayı net olarak ifade etmiştir.

Türk Müzakereciler  '' Ecdadımızın heybeti ma'ruf-i cihandır, fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır'' diye düşünüyorlar mıydı ?  '' Muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur '' diyerek bu hakikati pekiştiriyorlar mıydı ? bilemiyoruz. Kabul edilen şartlar ağır hatta kabul edilebilir değildi.

Müzakere ve yenilgiyi neden kabul ettik ?  1927 nüfus sayımında 13,5 milyon olabilmiştik. 1923 'te ise bu sayı 12 milyon civarında olup, 12 milyonun da sadece 3-4 milyonunu yetişkin erkekler oluşturuyordu. Bunlar ; yaşlılar, sakatlar, yaralı gazilerle savaşmaya niyeti olmayan asker kaçakları idi.

Müzakere edenler, dayatılan şartları Sevr'e bakarak o gün için başarı olarak mı gördüler ? Daha geriye, geçmişe, özellikle Kabe ve Medine'nin hadimi olduğumuz  günlere bakacak dermanımız, düşünecek kuvvet ve kudretimiz kalmamış mıydı ?

Müzakerelerde nelerden vazgeçtik ?

Kuran harflerinden vazgeçtik.
Hilafetten  vazgeçtik.
Müslüman takviminden vazgeçtik.
Müslüman ölçülerinden vazgeçtik.
Müslüman gibi giyinmekten vazgeçtik.
Tekke ve Zaviyelerden vazgeçtik.
Müslüman gibi yargılanmaktan yani Kuran'a ve sünnete dayalı yargılama yapan mahkemelerden vazgeçtik.
Devletimizin İslamla alakası kalmadığını  beyan ettik.
600 yıllık Sultanımızdan vazgeçtik.

Elde ettiğimiz şey ise ana topraklarımız ve devletimiz oldu ?!

Ve'l hasılı kelam ; Biz 1923'te yumurtadan çıkmadığımız gibi  savaş mavaş da  kazanmadık, kahramanlık dolu hikayelerle değil ; yenilerek, ezilerek, dinimizin ve kimliğimizin temel kavram ve kurumlarından vazgeçerek Cumhuriyet'i kurduk.

Kalbi duygu ve inançlara müdahale edilmesi imkansızdı.

1923 sürecini 1876-1908'e yani Meştiyet'e, hatta daha da geriye gidip Meşrutiyet'e getiren sürece bağlayacak olursak nelerle karşılaşırız ?
2014 yılındayız ve  75 milyonluk nüfusumuzla, her sahada yetişmiş insan gücümüzle bu toprakları yurt olarak elimizde tutmaya devam ederken kimlik bunalımı içerisinde miyiz ?
2014'te İslam'ı kendine tehlike olarak görmeyen batı istediğine ulaştı mı?
Camiler boşken Hristiyan yılbaşında dolup taşan meydanlarımız neyin nesi ?
Peygamber efendimiz gibi Medeni miyiz ? Avrupalılar gibi Çağdaş mı ?
Müzakerelerle kurulduğunu iddia ettiğim Türkiye Cumhuriyeti devletimiz tam bağımsız mı?
Çok fena halde yenildiğimiz bizden neden saklandı ? Yenilginin farkına varmak bize neler kazandırırdı ?


Mustafa Çimen
12/01/2014
Pazartesi








11 Ocak 2014 Cumartesi

İstiklal Marşı Üzerine



İstiklal Marşı

Korkma, sönmez bu şafak.
Larda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun 
Üstünde 
Tüten en son ocak.


O be
Nim Milletimindir
Yıldızıdır, parlayacak;

O benim
Dir, o benim milletimin
Dir ancak.


Çatma, kurban olayım, 
Çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma 
Bir gül... Ne 
Bu şiddet, 
Bu celal? 
Sana

Olmaz dökülen 
Kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, 

Hakk'a 
Tapan, milletimin istiklal.

Osman Zeki Üngör


Türk milleti ! 
Okuyan ve dinleyen bir şey anlamasın diye İstiklal Marşı'mızı yukarıdaki şekilde satırlarından, kelimelerinden bölüp, anlamsız şeyler ortaya çıkarmak üzere parçaladılar.
''Korkma sönmez bu şafak'' ne manaya geliyor ?
''Lar da yüzen al sancak '' ne demek ?
Yukarıdaki marş Mehmet Akif Ersoy'un İstiklal Marşı'na benziyor mu ?
Yıllarca bize İstiklal Marşı diye yukarıdaki o ucube  besteyi okuttular.
Anlaşılacak bir tarafını bırakmadılar. Hiç kimse bir şey anlamasın diye çabaladılar. Hiç kimse de bir şey anlamadı. 

Bu konuda Şair İsmet Özel'in ve Engin Noyan beyefendinin fikirlerini etkileyici buluyorum.
Yukarıdaki şey  bizim yıllarca keriz yerine konup uyutulduğumuzun çok acı bir kanıtıdır. Gözünüzü ve aklınızı dört açın.
Bizimse bizim olana sahip çıkalım, hakkımızı alalım. 
Bizim İstiklal Marşı'mız, yukarıdaki saçmalık değildir. 

İstiklal Marşı'nın orijinal Mehmet Akif metni aşağıdakidir.


İstiklâl Marşı

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl…
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!


Mehmet Akif Ersoy




Mustafa ÇİMEN
KAYSERİ
11/1/2014

5 Ocak 2014 Pazar

Zorluklar, Çekilen Sıkıntılar, Izdıraplar

Din'i İslama hiç bir şey olmaz. 1400 sene boyunca da hiç bir şey olmadı. Yüce kitabımızdan bir tek harf eksilmedi ve dahi değişmedi. Sünneti Seniyye muhafaza edildi. Kıyamete kadar da olmaz.

Günümüzde akıl patlaması yaşayıp, din sahasında yeni keşifler yapanlar, İslam'a ve Sünnet'e yeni şeyler katmak isteyenler fitnelerdir. Çabaları  başlarında paralanacak münafıklardır. Dinimiz ve kaideleri 1400 sene evvel yüce Rabbimiz tarafından tamamlanmıştır.

İmtihan İslam dininin imtihanı değildir. Müslümanların imtihanıdır.

Müslümanlık ile imtihan olanların, cennete ve cemale müşteri olanların imtihanı ; şu an ki dünya konjonktüründe, bildiğimiz ve algıladığımız kadarı ile çok zor.

Dünyada tüm zorlukların, zulümlerin Muhammed ümmetinin başına gelmesi boşuna değil. Peygamberlerimiz ve Peygamberimiz (S.A.V), Ashabı, Sahabeleri, Halifelerimiz, Ehli Beytimiz hep bu zorluklarla imtihan oldu. Ecdadımız da.

Bakara Suresi, 214 üncü ayeti kerime de ''Yoksa siz kendinizden evvel geçenlerin mesel olmuş halleri hiç başınıza gelmeksizin Cennete girivereceksiniz mi sandınız? Onlara öyle ezici mihnetler, kımıldatmaz zaruretler dokundu ve öyle sarsıldılar ki hattâ Peygamber ve maiyetinde iman edenler «ne zaman Allah'ın nusratı?» diyeceklerdi. Bak işte Allahın nursatı yakın.'' ( Meal ;Elmalılı Hamdi Yazır )


 Evet ; Siz sizden öncekilerin imtihan olduğu gibi sınanmadan, o zorluklara katlanmadan Cennete gireceğinizi mi sandınız, hitabı da bizler için. O zorlukların neler olduğu, çekilen ızdırapların büyüklüğü tarihte kayıtlıdır.

Müslümanların müşteri olduğu şeyin değeri; kutsaldır, yücedir, akıllara sığmaz büyüklüktedir. Pahası da elbette büyük olacaktır.

Bu büyüklük dünya nazarı ile ve kıyası iledir. Hakikatte ise Cennet ve Cemal ve Rızayı Hakka paha biçilemez.

Değil bir ömür, bin ömür, yüz milyar ömür ve canımız olsa, biz de her gününü dayanılmaz ızdıraplara sabrederek geçirsek, alnımızı  da secdeden kaldırmasak, yine de ödenemeyecek bir pahadır.

 Bu durum, bedel ve imtihan karşısında ; ''Vağfuanna, Vağfirlene, Verhamna, Ente mevlana '' Demek ve sabretmek gerekir. Çünkü; çektiğimiz sıkıntılara ve ibadetlerimize değil Rabbimize sığınmalı ve güvenmeliyiz.

Sabır.
Bu da geçer ya Huuu.


Mustafa Çimen
Kayseri
05/01/2014
Pazar